Akıntıya Karşı

‘Akıntıya Karşı’; Recep Tayyip Erdoğan’ın “kimliğini bilmediği, üzerinde de fazla durmadığı” Hopa direnişçisi Metin Lokumcu’ya adanmış bir belgesel. Türk Tabipleri Birliği’nin raporunda AKP polisinin sıktığı kimyasal gaz ile ölümü arasında nedensellik olduğu vurgulanan emekli öğretmen, 31 Mayıs 2011 tarihinde yaşadığı doğayı sermaye gruplarına peşkeş çekmeye çalışanlara karşı yaşam hakkını savunmak için çıkmıştı sokaklara.

Daha önce herhangi bir film tecrübesi olmayan Umut Kocagöz, Özlem Işıl, Volkan Işıl ve Ezgi Akyol da bu mücadelenin izini sürmek için yollara vurmuş kendilerini. Ceplerinde öğrenci burslarından yaratılmış bir “bütçe”, yanlarında bir el kamerası. 1996’da Çamlıhemşin’in Pokut yaylasında duyulan dozer seslerinin habercisi olduğu, 2007 yılından itibaren ise hız kazanan hidroelektrik santral (HES) projelerinin şantiye alanına çevirdiği Karadeniz bölgesinde halkın ne düşündüğüne odaklanıyor ve sözü itinayla göz ardı edilenlere veriyor ‘Akıntıya Karşı’. Bir yanıyla bir yol hikâyesi aslında; Fındıklı, Çamlıhemşin, Hemşin, Senoz, İkizdere, Borçka, Şavşat, Kabaca, Macahel ve Loç vadilerine uzanan bir yolculuğun tortusu. Yolda rastlanan köylülerin, beş yaşında direnmeyi öğrenen çocukların, 80 yaşında aktiviste dönüşen ninelerin öyküsü. Yaşları ne olursa olsun dilleri aynı: “Buraya dere için gelmesinler. Can veririz, deremizi vermeyiz”.

Bir yol hikâyesi olduğu kadar bir yaşam ve doğa belgeseli ‘Akıntıya Karşı’. Dağlık yerleşimin şartlarında iptidai bir teleferik sistemiyle yük taşıyan, çay toplayan köylülere ve onların günlük hayat pratiklerine tanık oluyoruz film boyunca. Görüyoruz ki, dereler onların hayat pınarı. Sadece içme suyu ya da yüzme havuzu demek değil dereler, bölgenin ekosisteminin olmazsa olmazı. Dere yoksa alabalık da yok, fındık da yok, arı da yok, ayı da yok. Dere yoksa düzenli iklim de yok, insan da yok. Bölge insanı doğayla mücadele halinde belki ama aynı zamanda doğanın koynunda yaşıyor. Bu yüzden de birçok şeyden fedakârlık ederler belki ama kuş seslerinden ve böğürtlenlerden fedakârlık etmezler. Aralarında yazısız bir mutabakat ve genlerine işlemiş bir ormanı kullanma kültürü var. Bekçilik eden kimse olmadığı halde rant için ağaçları kesen kimse yok, zira herkes kendi var oluşunun bekçisi orada. Dışarıdan bakınca anlaşılması zor bir gerçek şu ki, o dereler sadece bölge halkı için değil, göç edip şehirlere sıkışan yöre insanları için de yaşam kaynağı. Suları zapt etmek sadece dereleri yok etmek manasına gelmeyecek, tahribatı çok daha derinden hissedilecek. Sadece ekolojik değil, aynı zamanda kültürel ve tarihsel bir katliam bu. Sadece yeşilin ve mavinin tonlarına değil, geleneklere ve dillere yönelik bir katliam. Film ekibi, zorla kamulaştırılan ormanların kalbine hançer gibi saplanan şantiyelere, gri binalara, derelere hafriyat döken iş makinelerine ve suya gardiyanlık yapan borulara çeviriyor kameralarını sık sık ve sürmekte olan talanın yıkıcı etkileriyle bizleri yüz yüze getiriyor.

Belgeselin başında bir dış ses “Su akar, Türk bakar anlayışını kaldırıyoruz. Su akar, Türk yapar anlayışını getiriyoruz” gibi sözlerle enerjide dışa bağımlılık gibi bilindik söylemleri sıralıyor ve ‘istemezük’çüleri hedef gösteriyor. ‘Akıntıya Karşı’nın parmak bastığı en önemli hususlardan biri, bu söylemlerin devlet tarafından bilinçli olarak üretilen çarpıtmaya yönelik söylemler olduğu. HES’ler 30 senedir dünyayı saran neoliberalizasyon sürecinin bir parçası sadece. Var olan her şeyi paraya çevirmeyi hedefleyen bir ideolojinin su kaynaklarını hedef alırken kullandığı bir yöntem. HES’lerin doğaya, kültüre, insan yaşamına kısa vadedeki tahribatının dışında, uzun vadedeki tehlike suyun ticarileşmesi, ortak bir kamusal değerin sermaye odaklarının tekelinde bir meta haline gelmesi. Özetle enerji bahane, esas hedef gelecekteki savaşların en önemli müsebbibi olması beklenen su üzerinde sermaye tahakkümünü kurabilmek. Belgeselcilerin konuştuğu bir avukat halka dayatılan şeyin ‘inandırılmış çaresizlik’ olduğunu söylüyor. Diğer bir deyişle, insanları enerjisizlikten ölmek üzere olduklarına inandırıp su kaynaklarına el konmasına razı kılma girişimleri. Oysa HES’lerin yaratacağı enerji hâlihazırda kullanılan enerjinin yüzde dördü kadar ve sadece nakil hatlarındaki kaçağın oranı yüzde 24. Esas amaç zapt edilen su kaynaklarının bir süre sonra dolum tesislerine dönüştürülmesi, tapularla beraber yöre insanının emeğinin de satılması, bugün herkese ait olan suyun yarın şişelenip fahiş fiyatlarla pazara sunulması. Bu perspektiften bakınca farkındalığın ilk kuralı HES meselesinin bir enerji meselesi olmadığını anlamak ve büyük resmin parçalarından biri olduğunun ayırdına varmak, Amasra ve Gerze’de termik santrale, Akkuyu’da nükleer santrale, Gökçeada’da altın madenine karşı çıkanların HES direnişçileriyle ortak bir ülküyü paylaştığını bilmek.

BUNU DA OKU:  Su Bilge Bir Dünya için...

Asırlardır vadilerinde yaşayan bu insanlar yaşam alanlarından kovulacak olmanın yarattığı korku ve öfkeyle bilinçlenmiş durumda. Şaşkınlığa vakit yok ve belgeselde görüyoruz ki vatan haini ya da komünist olmakla suçlansalar da köylülerin önemli bir bölümü olan biteni araştırmış, gerçeklere ulaşmış ve yaşam haklarına yapılan bu saldırıya karşı örgütlü bir biçimde karşı koymaları gerekliliğinde uzlaşmış. Bu süreçte kalabalık bir şekilde iş makinelerine bedenleriyle set çeken yöre halkı kadar Derelerin Kardeşliği, Su Meclisi ve Karadeniz İsyanda gibi platformlar ile bu mücadeleye omuz veren hukukçuların katkısı da çok önemli. Zira karşı taraf çok güçlü. ‘Yetmez ama evet’ anayasasıyla idari yargının HES’ler üzerinde denetim hakkının kaldırıldığı, HSYK’nin yapısının değiştirilmesiyle yargının vesayet altına girdiği, yürütmesi durdurulmuş HES’lerin bile kurdelelerinin devlet erkânı tarafından kesildiği bir noktadayız. ‘İhmal’ sonucu Kozan’daki baraj inşaatında ölen 10 işçi hakkında yapılan haberlerde ‘HES’ ibaresi bilinçli olarak geçirilmiyor. Böyle bir ortamda bürokratların ve sermayenin menfaatlerine ancak halkın örgütlü mücadelesi mani olabilir. Bir köylü şöyle diyor: “Hukukun bittiği yerde başka kurallar devreye girer ama biz onları denemek istemiyoruz”. Ancak devlet deniyor, Loç’ta henüz mahkeme kararı çıkmadan iş makineleriyle çalışma yapan şirket temsilcisine tepki gösteren köylülere jandarma müdahale ediyor, kadınların bir kısmını gözaltına alıyor, belgeselcilerin çektiği görüntülere el koyuyor. Her ne kadar geçen hafta Çağlayan ve Şavşat vadilerindeki HES iptalleri onaylansa da mücadele henüz yeni başlıyor. Doğanın bir diyalektiği var, buna çomak sokanları felaket bekliyor.

Yeşilist bundan böyle okuyucularının desteğiyle ayakta kalacak.
Siz de Yeşilist’i beğeniyorsanız bize Patreon’dan destek olun.
Yeşilist Patreon Destek Ol


Bir cevap yazın

Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement
Daha fazla Doğal Kaynaklar, Ekoloji, Hayat, Sanat ve Tasarım
Masamızdaki balığın başına gelenler

Kirlenen dünyada artık balığın sağlıklı olarak masamıza ulaşması mümkün mü?

Kapat