“Hiç farkında olmadan insanları, hayatı, kültürü sömüren bir sistemi destekliyor olabiliriz.”

Son zamanlarda Türkiye’de biz şehirli insanlar ‘tohum’dan bahseder olduk. Tohum takas şenlikleri, atalık tohum, GDO’lu tohum, hibrid tohum derken, toprakla hiçbir ilişkisi olmayanlarımız bile tohum üzerinden yepyeni bir muhabbete başladık. Hal böyle olunca, biz de ‘tohum’ konusunu bu konudaki çalışmalarıyla sık sık duyduğumuz Buğday Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Güneşin Aydemir’den bizzat dinlemek istedik.

 

Öncelikle bize farklı tohum çeşitlerinden ve bunların bizler için ne anlama geldiğinden bahseder misiniz?

Bugün atalık tohum olarak, bu yazının konusu olan tohumlar, kendi kendilerini devam ettiren, bulundukları coğrafyanın ihtiyaçlarına uyan, o ortamda en verimli üretim potansiyelini taşıyan tohumlar. Gıda güvenliğimiz için bu tohumların devamlılığının sağlanması ve korunması son derece önemli.

Bizim hibrit/standart/ticari olarak bildiğimiz tohumlar ise büyük miktarlarda üretimi mümkün kılan, ancak bir kere ekildikten sonra devamında da yine konvansiyonel bir üretimi gerekli kılan tohumlar. Çiftçi toprağıyla, bulunduğu iklime her zaman uyum gösteremeyen ve çevresel koşullara göre kendini adapte etmeyen bu tohumları ekince zaten tarım ilaçlarına ve diğer kimyasallara da ihtiyaç duyuyor ve bağımlı kalıyor.

GDO’lu tohumlar ise ayrı bir sorun başlığı. İddiası dünyadaki açlığa çözüm olan bu tohumların dünyayı bırakın beslemeyi doyuramayacağı da ortada.Tüketim bu boyutta olursa zaten bizi hiç bir tohum besleyemeyecek. Kaldı ki dünyadaki açlığın tek sebebi tarım da değil.

Bugün Kazdağları’nda Zeytincilik bırakılmak isteniyor. Çünkü çiftçi, tarlada kendisi çalışsa kendi ihtiyacı kadar yağ çıkaracak. İşçi alsa aldığı yağ onun karşılığını getirmeyecek ve buna karşılık yağın litresini dört liraya satmak durumunda kalacak. İnsanlar bu yağı süpermarketlerden en az 4-5 katına satın alıyor. Aradaki fark bir sürü insana pay ediliyor. Kimsenin zengin olduğu da yok. Üretici bırakma tehlikesiyle karşı karşıya. Yani sistem büyümenin getirdiği bir kriz yaşıyor. Bu kriz ancak küçülmeyle çözülür. Zaten doğa kendisi işletecek o süreci.

Toprağa iyi davranırsan, o da sana iyi davranır. Yaşamın mekanizması.

 

Peki bugün bu içinde olduğumuz sistemde neler oluyor?

Tabloya katman katman bakmamızda fayda var. Öncelikle ekolojik bir döngü var. Onun üstünde sonucu yaşadığımız krizler olan sosyal bir sistem var. Bununla birlikte, tüketici gıdası hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istiyor. Bu gelişen ve ümit verici bir eğilim. Tüketici üretim sürecinden koptuğu için de birazcık bu böyle oldu. Sadece son ürünü değil de üretimi bir bütün olarak sorgulayan insan sayısı da gün geçtikçe artıyor. Üretici bu zararın artık daha fazla farkında ve üretici de çeşitleniyor. Bir yandan geleneksel köylüler var, şehirlere gitmek istiyorlar, bir de ters göç durumu var. Kendi gıdasını üretmek isteyen, bu şekilde üretime katkıda bulunmak isteyen, şehirden kırsala göç eden bir gurup insan var. Köyde kalan geleneksel ve köken olarak köylü olanlarla, bu yeni gelenlerin etkileşimi de söz konusu. Bu da olaya yeni bir sosyolojik boyut kazandırıyor. Ufuk açıcı, güzel gelişmelere gebe bir mesele.

BUNU DA OKU:  Ziraatçiler Derneği'nden uyarı: Türkiye'de üretilen ekmekler kanser yapabilir

Mesele ya ekolojik bir kriz ya da ekonomik bir kriz gibi görülüyor. Ama bir de etik boyutu var. Bu işin ahlaki boyutunu arka planda tutuyoruz genelde. Bizim kültürümüzde rızk, helalleşme gibi kavramlar vardır.

Köylü yetiştirdiği ürününü satacak yer ararken şunu diyebiliyoruz: “Üzerine böcek ilacı sıktığın bu ürünü, hiç tanımadığın bir insana mı satıyorsun, onun çoluğu çocuğu zehirlenmiyor mu?” O zaman çiftçi bir duraklıyor. O noktadaki ahlaki değer halen yaşıyor kültürümüzde, ama giderek bağlamından kopuyor, hurafeye, modası geçmiş bir erdeme dönüşüyor.

Bitkiye ilacını atarken bir ahlaksızlık olarak görmüyor çünkü yasal olarak satılıyor bu ilaçlar zaten. Ama biraz daha altını açsak, bu bir ahlaksızlıktır diyecek insanlar. Bir avuç erdemli insanın işbirliğiyle bir kartopu etkisi yaratarak alternatif bir üretim / kullanım zinciri yaratacak eşiği aşacak kritik kitleye ulaşabiliriz. Ulaştık bile sayılır. Ulaşmamış olsak Şişli’deki Ekolojik Pazar 7 senesini doldurmuş olmazdı, her hafta giderek artan sayıda insan müdavim haline gelmezdi.

bugday11

 

Biraz da tohum takas şenliklerinden bahsedelim. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Slow Food’un kurucusu Carlo Petrini’nin türetici diye bir tanımlaması var. Türetici; tüketicinin sorumluluğunun büyük oranda kendisine ait olmasından türetilen bir kelime. Bizde geleneksel çiftçinin çok da yapabileceği bir şey yok. Ama tüketici için durum farklı. Bunun şuuruna varmış tüketicinin bu üretim süreçlerine dahil olması gerekiyor. Bu; eline çapayı alıp gidip kendi domatesini yetiştirme sevdasına düşmek anlamına gelmiyor.

Tüketici zaten bunu çok kısıtlı bir oranda yapabilir. O şehirden göç eden yeni köylülerle, geleneksel köylülerin etkileşmesi böyle bir süreçte başlayabilir. Çünkü biz tüketiciler daha çok işin tüketim tarafında yer almış insanlar olarak, üretime şu şekilde dahil olabiliriz: Ne tür gıda istiyoruz, nasıl bir üretim istiyoruz ve gıdamız nasıl bir insan tarafında üretilsin istiyoruz? Bu kriterleri koyabilir ve bunun oluşturulması için çaba sarf edebiliriz. Tohum meselesi bu açıdan çok kıymetli oldu. Çünkü tohum iletişime açık, çok boyutlu bir konu, tohum demek kültürel ve genetik çeşitlilik demek, gıda güvenliği demek, yerellik demek.

Yaşamın başlangıcı ve gıdamızın geleceği demek. Anadolu’da 550ye yakın yerli çeşit elma olduğunu biliyor muydunuz? Ama süpermarkette üç çeşit satılıyor. Onlar da Anadolu ekosistemine uygun değil. yılda 18 kere ilaçlanarak yetiştirilmek zorunda. Böyle dramatik rakamlarla karşı karşıyayız. Tüketici tohuma merak duyuyor. Tohum takas şenliklerinin olsun, tohum konusunun olsun tüketicinin bu üretim sürecine katılımında çok önemli yeri var.

Tohumun üretim kısmı çok detaylı ve titiz yapılması gereken bir süreç. Tohumluk seçimi gerçekten simyacılık. Bir bahçıvan olarak kişi; bahçenin bitkilerini izleme, beğendiği meyve veren bitkiyi koruma altına alma, özel ihtimam gösterme, özel şartlarda tohumları alma, saklama, etiketleme, önem verme yükümlülüklerine sahip. Bilinçli tüketici de bu şekilde üretildiğinden emin olmadığı ürünü satın almak istemiyor haliyle.

 

Peki tohum üzerinden başlayan bir diyalogda biz tüketiciler olarak nasıl yer alabiliriz?

Yerelde türetici ekiplerini kurmak iyi bir fikir olabilir. Üretim ve tüketim yerelde yapılması gerekiyor. Dünyayı bir anda değiştiremeyeceğiz ama bu konvansiyonel gıda üretimi yavaş yavaş değişime yerelden başlamalı, yok olan ağı yeniden örmemiz gerekiyor. Örneğin biz Çanakkale’de bir sorumlu tüketici topluluğu oluşmasına önayak oluyoruz. O tüketici topluluğuna mensup Çanakkale’de yaşayanlar mutfak ihtiyaçlarını kurulan üretici ağından tedarik edebiliyor. Mutfak ihtiyaçlarınızın yakınınızda Kazdağları’nda sizin istediğiniz şekilde üretilmesi mümkün.

BUNU DA OKU:  Eski seçim sandıkları kedi evi oldu

Tüketici süpermarketten alışveriş yapıyor, aldığı peynirin nerede üretildiğini, hangi koyunun sütünden üretildigini bilmeden alıyor. Ezbere, tadıyor ve alıyor, onun karşılığında bir para veriyor. Belki çok az daha fazla bir para ödeyerek -oldukça az bir farktan bahsediyorum- bildiği ürünü alabilir. Çünkü bilmenin bir bedeli var. Güvenin bir bedeli var. O bedeli ödeyip, yereldeki üretimi destekleyerek beslenebilir. Çiftçisini, hayvanını tanıyıp, tekrardan kendi yereliyle ilişki kurabilir. Tohum konusu işte buralara kadar gidiyor.

Bu ağ yok olduğu için bugünlere geldik. Bugün yaşadığımız bütün sorunlar bizim arka planda bu ilişkileri koparmış olmamızdan kaynaklanıyor.

 

Ama bizim ülkemizde sıkça bu bedeli ödemeye yanaşmayan insanlarla karşılaşıyoruz öyle değil mi?

Bedel görünür değil. Ama o bedeli görünür hale getirdiğimiz zaman ödemek isteyenler çıkıyor. Biz işte biraz da bunun tercümanlığını yapıyoruz. “neden organik ürün pahalı?” sorusu yerine “Diğeri neden ucuz?” sorusunu sorarak işe başlayabiliriz. İkisi arasındaki farkın matematiğini yapmadan soruyoruz bazen soruları. Konuşmaya başlayınca ortaya çok makul, görünür bir tablo çıkıyor. Bedel ödeme konusunda sıkıntımız var. Ödeyeceğimiz bedeli o anda sonuna kadar sorguluyoruz. Ama o bedelin neden ve ne şekilde oluştuğunu sorgulamıyoruz.

Tek başına tohumlar değil, tohumlarla birlikte o tohumların yetiştiricilik bilgisinin de takası olması gerekiyor. Dolayısıyla bütün üretim bilgisinin takası gerçekleşiyor. Tohum takas şenlikleri bu nedenle çok önemli. İnsanlar herhangi bir konu çerçevesinde fiziksel olarak bir araya geldiklerinde o konu çok önemli hale geliyor. Bu nedenle insanların bir araya gelmeleri için tohum çok doğru bir konu.

 

Türkiye dünyayla karşılaştırdığımızda atalık tohum konusunda nasıl bir yerde?

Bizde geleneksel kültür ve tohumlarda kayıp çok hızlı ve fazla. Tohumla ilgili olarak da durum benzer – Türkiye’de üretilen buğdayın çok az bir kısmı yerli buğday çeşidi. Son yıllarda bu kayıp gittikçe de artmış durumda. Biz çok zengin bir ülkeyiz. İnanılmaz doğal kaynak ve genetik çeşitliliğe sahibiz. Ancak bu zenginlik hepsi bir aradaysa zenginiz, bir ögesi eksikse çok fakiriz. Tıpkı aşure gibi, fasulyeyi çıkardığın zaman sadece tadı eksilmiyor, bütünlük bozuluyor ve aslında berbat bir yiyecek oluyor. Fasulyesiz bir aşureyi kimse yemek istemez’! Coğrafi, doğal, biyolojik ve, kültürel çeşitlilik hepsi bir arada ve birbiriyle ilişki içinde olduğu zaman hakiki bir zenginlikle karşılaşıyoruz. Bir tanesini çekince fakir düşüyoruz.

Şimdi bir değişim sürecindeyiz. Hem var hem yok. Bir sürü tür yok oldu. Külahlı arpa, akdarı yok oldu. 20 sene öncesine kadar bunlar üretilirken şimdi hiç kalmamış durumda. Bazı çeşitler bir ambarın köşesinde duruyor. Ama buna rağmen halen var. Var olan mevcudun üzerinden yapılacak ne yapılacaksa. Çok kritik bir dönemdeyiz. Bu tohumlar küçük üreticinin elinde ve bu sebeple küçük üreticinin üretme kapasitesini artırmamız gerekiyor. Hektarlarla tarım yapan büyük üretici bu tohumları kullanmıyor ama küçük üreticinin bütün hayatı bu tohumlara bağlı. Türkiye’de daha çok tohum var ve çoğu için bir şeyler yapılabilir.

BUNU DA OKU:  Yalovalı balıkçılara destek veriyor musunuz?

Hibritin de adıyla müsemma ikisinin arasında bir yeri var. Kötülüğü ise kendinden devam ettiremiyor olmasından, üretimi için ek yardıma ihtiyaç duymasından kaynaklanıyor. İçinde çeşitlilik içermeyen, standardize edilmiş tohum demek, genetiğiyle oynanmış tohum demek değildir. Yerel alternatifi yoksa organik tarımda bile bugün hibrid tohum kullanılabilir. Dolayısıyla hibrid tohum iki arada bir derede bir yerlerde. İstememizin, karşı durmamızın sebebi çiftçiyi bağımlı hale getirmesi.

Hindistan’daki toplu çiftçi intiharlarını düşünecek olursak, neden hibritin tehlikeli olabileceğini görürüz. Hatırlarsanız bundan bir kaç sene önce Hindistan’da ciddi sayıda çiftçi tarım ilacı içip intihar etti. Bunun sebebi şirketlerin ticari üretiminin yerli ve kendine yeterli küçük üretimin yerine geçmesi idi. O çiftçiler o zamana kadar geleneksel yöntemlerle kendi tohumlarını ekip biçiyorlardı, paraya ihtiyaçlar duymadıkları, fakir ama karınlarını sağlıklı yerel ürünlerle doyurdukları bir sistem içinde yaşıyorlardı. Birdenbire devreye para girdi. Bir başkasının ihtiyacı için robot gibi çiftçilik işine girdiler, o paraya bağımlı olarak yaşayıp kendi üretimlerini terk etmeye başladılar.

O süre içerisinde tohumlarını da kaybettiler, kendileri için gıda üretmeyi de bıraktılar. Bu çok kritik bir durumdu. Parayla gidip gıda satın aldılar. Şirketler verdikleri fiyatları düşürünce, ne gıda alacak paraları kaldı, ne de kendileri için üretebilecekleri gıda. Sonuçta aç kaldılar. Doğrudan hem parasız hem aç kaldılar. Hibrid tohum da aynı şekilde zamana yayılan ve sonuçları dramatik olacak bir potansiyele sahip. GDO ondan da tehlikeli çünkü kontrolsüz olarak yayılıyor ve etkileri son derece vahim olabiliyor.

 

Peki siz bu gün içinde bulunduğumuz durumu nasıl değerlendiriyor bilhassa şehirdeki tüketicilere ne tavsiye ediyorsunuz?

Geleceğe dair ümit besliyorum. Burada yapılacak bir sürü şey var. Tüketici olarak ve ceplerinden bir takım paralar harcayarak ihtiyaçlarını karşılıyorlarsa, ben paramı nasıl bir sistemi destekleyerek harcıyorum diye sorgulamaları lazım. Bu konuda insanların bilgilenmeleri gerekiyor. Hiç farkında olmadan insanları, hayatı, kültürü sömüren bir sistemi destekliyor olabiliriz.

Tohum konusunda da gıda içeriği ve üretim süreçleriyle ilgili bilgilenmesi gerekiyor insanların. İstanbul bu konuda bir yandan çok zorlayıcı ama bir o kadar da çok kaynağın olduğu bir yer. Hiçbir şey olmasa Şişli Ekolojik Pazar’a gitseler bir şeyler öğrenirler. Bütün bu ağların içine girip, daha fazla bilgi edinmelerini temenni ediyorum.

Kısaca; yapılacakları yapmadan ümitsizliğe kapılmak yok. Ki yaşadığımız çağda son nefese kadar yapılacak iş var. Demek ki ümitsizlik kapımızı hiç bir zaman çalmayacak!

Yeşilist bundan böyle okuyucularının desteğiyle ayakta kalacak.
Siz de Yeşilist’i beğeniyorsanız bize Patreon’dan destek olun.
Yeşilist Patreon Destek Ol


Ergem Şenyuva

İstanbul'da doğdum büyüdüm. Hep bu şehri, kültürel ve doğal mirasını koruma derdindeydim. Bir yandan yeşili ve doğayı nasıl gelecek nesillere bırakırız kaygım vardı. 2006 senesinin sonunda hayatımı değiştiren olay oldu ve kızım doğdu. Yaptığım her şeyi sorguladığım ve tekrardan en başa döndüğüm bir dönemden sonra, kurumsal hayata veda ettim. 2009 yılında Al Gore'un iklim değişikliğiyle mücadeleyi hedefleyen Climate Project derneğinin Türkiye temsilcisi oldum. İklim değişikliğini ve yaşadığımız dünyanın nelerle karşı karşıya olduğunu fark ettikçe, elimi taşın altına sokma zamanı geldi diye düşündüm. 2010 yılının sonunda Yeşilist'i kurdum. Bizden sonraki nesillere yaşanabilir bir dünya bırakabileceğimize, hepimizin atabileceği küçük adımlarla büyük şeyler başarabileceğimize inanıyorum.

Bir cevap yazın

Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement
Daha fazla Doğal Kaynaklar, Ekoloji, Kent, Topluluklar
Sakin Şehir: Cittaslow

Türkiye'den de katılımın başladığı Yavaş Şehir projesinden bahsediyoruz.

Kapat