Ekofeminizm nedir, neyi savunur?

Ekofeminizm ilk olarak 70’lerde Kuzey Amerika ve Avrupa akademik çevrelerinde feminist hareketin bir dalı olarak ortaya çıktı ve özellikle kadınların boyun eğdirilmesini, kontrol altına alınmasını insanlığın doğa ile olan baskıcı ilişkisine bağladı. Toplumsal cinsiyetin hiyerarşik ve ikili (binary) tanımlarının, insanlığın çevre ile olan ilişkisindeki baskın rolünü nasıl açıklayabileceğini daha iyi anlamak için teorik bir çerçeve olarak kullanıldı.

80’lerden başlayarak, ekofeminizm feminist ve çevreci aktivist ve sanatsal hareketlerin radarına girmeye başladı. Ekofeminist hareketin kahramanları arasında birçok önemli entelektüel ve politik figür yer alır. Ülkesinin feminist hareketinde lider olarak kabul edilen Fransız yazar Françoise d’Eaubonne, 1974’te “ekofeminizm” adını ilk ortaya atan kişidir . Petra Kelly de, ağırlıklı olarak çevreci bir ajandaya sahip ilk siyasi parti olan Alman Yeşiller Partisi’nin kurucularından olan ve ulusal olarak büyük görünürlük sağlamış bir Alman politikacıydı.

90’ların sonunda, ekofeminizm, ne feminist ne de çevreci kaygıları tam olarak ele alamadığı gerekçesiyle çizdiği çerçeveyi özcü (esansiyalist) olarak reddeden eleştirmenlerin odağına oturdu. Ekofeminizmin cinsiyet ve doğa arasındaki ilişkiye odaklanırken, ırk veya sınıf gibi diğer önemli faktörlerin değerlendirilmesine yer bırakmamakla eleştirildi. Amerikalı bir sosyal ekolojist olan Janet Biehl, ekofeminist çerçeveyi karmaşık hiyerarşik yapıların ve tahakküm biçimlerinin aşırı basitleştirilmesi olarak özellikle eleştirdi.

Karen Warren (1997), Ecofeminism: Women, Culture, and Nature adlı kitabında feminizm ve çevre sorunları arasındaki bağlantının bir özetini verir. Kadınların (ve diğerlerinin) üzerinde hakimiyet kurulması ile doğanın üzerinde hakimiyet kurulması arasında bir ilişki olduğunu savunur. Bu nedenle de hareket genellikle ekolojinin feminist bir sorun olduğunu ve feminizmin ekolojik bir sorun olduğunu iddia eder. Ancak bu bağlantı, ne tür bir ekofeminist olduğunuza bağlı olarak birçok biçim alabilir.

Ekofeministler, çevreci ve feminist hareketler arasında dayanışma yaratma projesini üstlenirler çünkü ekofeministler her iki grubun da aynı daha geniş baskı çerçevesine karşı savaştığına inanırlar. Kapsayıcı bir hareket olarak ekofeminizm çok geniştir ve kurumsal veya sistemik düzeyde sorunların analizini içerir.

BUNU DA OKU:  Plastik atık ihracatının bilinmeyen yüzü

Ekofeminizmin ilgilendiği bazı sorunlar şunlardır:

–Kadın, doğa ve diğerleri üzerinde baskı oluşturma

-Irkçılık, sınıfçılık, homofobi

–Siyasi, ideolojik ve ekonomik konular

–Çevresel hakimiyet ve yıkım (degradasyon)

–Kadın ve çevre ile ilgili epistemolojik, tarihsel, sağlıkla ilgili ve teknolojik konular

Ekofeminist hareket, kadınlara hükmetmeye hizmet eden cinsiyetçilik ve ataerkillik ile doğal çevrenin tahakkümü ve tabi kılınması arasındaki kavramsal ilişkiyi vurgular. Genel olarak, ekofeminizm ataerkil ideolojiyi hem cinsiyetçilik hem de doğal dünya üzerinde hakimiyet kurma (natürizm) konularında karşısına alır.

Ekofeminizmin birçok biçiminden biri, kadınların doğal kaynaklarla aynı şekilde görüldüğünü söyleyerek her ikisini de aynı zeminde görür: Alınacak, yağmalanacak veya kullanılacak bir şey olarak. Aktivist Ynestra King, “Kurumsal savaşçılar tarafından dünyanın ve onun varlıklarının tahrip edilmesini ve askeri savaşçılar tarafından nükleer imha tehdidini feminist kaygılar olarak görüyoruz. Kendi yolunu bulmak için birden fazla tahakküm sistemine ve devlet gücüne bağlı olan erkeksi zihniyet bizi kendi bedenlerimiz ve kendi cinselliğimiz üzerindeki hakkımızı bizden mahrum eden güçtür,” der.

Bu, radikal ekofeminizmin bakış açısıdır: kadınlar ve çevre, düzen yaratan ve “kaotik” şeylerden (kadınlar ve ormanlar gibi) değer elde eden aynı ataerkil egemen güçler tarafından aynı şekilde sömürülmektedir. Birçok radikal ekofeminist, hayvanların mevcut iktidar yapıları tarafından çevreye de zarar verecek şekilde haksız bir şekilde sömürüldüğünü söyleyerek hayvan refahı konusunda da aynı tutumu benimser.

Ancak başka bir bakış açısı daha var: Kültürel ekofeminizm. Bu bakış, doğa ve kadınlar arasındaki bağı güçlendirierek, cinsiyeti adet ve doğum gibi şeyler aracılığıyla çevreye ve doğal süreçlere benzersiz bir şekilde bağlı olarak resmeder. Kültürel ekofeminizm, çevresel zararın gerçek zararını hissetmek ve bu konuda bir şeyler yapmak söz konusu olduğunda, harekete geçmek için daha iyi bir konumda olduğumuzu varsayar. Temel olarak, akademisyen Leigh Brammer bunu şu şekilde özetler: “Bazı ekofeministler, kadın ve doğa arasındaki bağı güçlendirici olarak görürken, diğerleri bunun ataerkillik tarafından dayatıldığına ve aşağılayıcı olduğuna inanıyor.” İlk inanç kültürel ekofeminizm, ikincisi radikal ekofeminizmdir.

BUNU DA OKU:  Özge Özgün'le Türkiye'de hayvan hakları, feminizm ve veganlık üzerine söyleşi; ikinci bölüm

Ekofeminizmin büyük amaçlarından biri, dünyanın kadın ve çevre gibi şeylerle ilişki kurma biçimini değiştirmektir: Hedef, tahakküm ve güç hiyerarşileri yerine, eşitlik ve eşit bir oyun alanında etkileşime giren topluluklar kurmaktır. En ünlü ekofeministlerden ikisi olan, Maria Mies ve Vandana Shiva, 1993 yılında yayınlanan Ekofeminizm kitabının girişinde bu durumu şöyle ifade ederler:

“Amacımız bu dar perspektifin [ataerkillik ve hiyerarşiler] ötesine geçmek, çeşitliliğimizi ifade etmek ve farklı şekillerde, Kuzey’in Güney’e, erkeklerin kadınlara hükmetmesine izin veren dünya yapılarındaki doğal eşitsizlikleri ele almaktır. Doğaya hükmetmek için her zamankinden daha eşitsiz bir şekilde dağıtılan ekonomik kazanç için daha fazla kaynağın yağmalanması engellenmelidir.”

Radikal ekofeminizm de; kadınları doğal ve irrasyonel olarak tasvir etmenin, tıpkı doğaya yaptıkları gibi erkeklerin gelip onları kontrol etmesi ve geliştirmesi gereken bir hiyerarşi yarattığını söyler

Tutarlı bir ideoloji olmama sorununun yanı sıra, Yale Üniversitesi’nin “Ekofeminizm: Bir Genel Bakış”ta açıkladığı gibi, özellikle kültürel ekofeminizm, kadınlar ve doğa arasındaki bağı ele alış biçimi nedeniyle sıklıkla eleştirilir. Bu tutum sadece daha fazla cinsiyet klişesine neden olmaz mı? Mother/Nature’ın yazarı Dr. Catherine Roach, erkeklerin doğal varlıklar değilmiş gibi değerlendirilmesine dikkat çekiyor: “İnsanların diğer tüm biyolojik süreçlerini paylaşıyorlar (yemek, uyumak, atıkları yok etmek, hastalanmak, ölmek) ve buna ek olarak, spermlerini boşaltırken, yaşamın yeniden üretilmesinin somut bir şeyini deneyimliyorlar.”

Anne Archambault gibi bazı yorumcular için kadınların bir şekilde daha “doğal” olduğu fikri saçmalıktır ve aslında tüm fikri baltalar. “Kadınların biyolojik olarak doğaya daha yakın olduğu iddiası, ataerkil tahakküm ideolojisini pekiştiriyor ve ekofeminizmin etkinliğini sınırlandırıyor”. Radikal türün ekofeministleri de buna inanmıyor ve bu durum da hareket içinde çatışmaya neden oluyor.

BUNU DA OKU:  3. İstanbul Karbon Zirvesi başlıyor

Yorumunuz ne olursa olsun, ekofeminizm, toplumsal cinsiyet ve çevre sorunları arasındaki gerçek ilişki üzerine benzersiz bir feminist mercektir. Çevreye verilen zarar feminist bir konudur; toplulukları korumayı ve daha fazla ciddi bozulmayı durdurmayı başarmak için güçlendirilmiş, eğitimli kadınların katılımına kesinlikle ihtiyacımız var.

Yeşilist bundan böyle okuyucularının desteğiyle ayakta kalacak.
Siz de Yeşilist’i beğeniyorsanız bize Patreon’dan destek olun.
Yeşilist Patreon Destek Ol


Deniz Aytekin

Boğaziçi Üniversitesi'nde felsefe okudu. Çevre, edebiyat ve felsefe alanlarında yazarlık, çevirmenlik ve editörlük yapıyor.

Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement
Daha fazla Banner Right Side, Doğal Kaynaklar, Ekoloji
Vegan Kuyruklu Çorba

Uzun bir aradan sonra merhaba. Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun. Hazır havalar soğumuşken, içimizi ısıtan bir tarifle karşınızdayım. Yaz sebzelerini kışın

Kapat