Her şeye rağmen yeşile inanmak

Sene 2010. Yeşilist’in online olmadan önceki son haftaları. Ergem‘le nispeten yeni tanışmışım, beraber çalışıyoruz ama bir yandan Ergem gözümde ülkede esamesi pek okunmayan yeşil hareketi ortalama kentli insanın gündelik hayatına sokacağım diye tutturmuş bir hayalperest. Gencim ve zaten o güne kadar olmayacak hayallerin peşine takılıp kısacık hayatımda türlü deneyim yaşamışım. ‘Neden olmasın?’ diyorum Ergem’e. Zaten plazaya adım atmamayı kafaya koymuşum, başka ne yapabilirim diye kitap editörlüğü, dergi yazarlığı, müzik organizasyonları arasında bir çıkış arıyorum, neden çare temiz gıda, sokak hayvanları, ağaçlar ve gezegen olmasın?

Türkiye’de iş yapan sürdürülebilir firmalarla, organik gıda üreticileriyle, medyacılarla, web’cilerle sayısız toplantı yapıyoruz. Masanın diğer tarafında hep bir ‘kadın başınıza neye kalkışıyorsunuz siz?’ bakışı, ‘proje çok güzel de bırakın bu hayalleri’ söylemleri, oyuncak bebekleriyle oynarken sevgi ve barış dolu bir dünya hayal eden küçük kız çocukları gibi muamele görüyoruz. ‘Yav he he’lerin ardı arkası kesilmiyor. Ürünlerini çok beğendiğimiz yerel bir organik gıda üreticisiyle yaptığımız toplantıda ‘siz güzel bayanlar’la başlayan cümlelerin sonu gelmiyor, toplantıdan çıktıktan yarım saat sonra babam yaşındaki aynı adamdan bir linked.in mesajı geliyor: ‘toplantı iyi hoştu da sen daha hoşmuşsun bi kahve içelim mi?’ Töövbe estağfurullah deyip geçiyorum.

Zaman geçiyor, her şeye rağmen Yeşilist belini doğrultuyor, yazdığımız yazılarda tavuk üreticilerinden Ali Ağaoğlu’na kadar onlarca dev adamı karşımıza alıyoruz. Korkmuyorum çünkü Ergem korkmuyor. ‘Şöyle bir dosya hazırlasak çok mu ağır olur?’ diye danışıyorum her seferinde. Her seferinde ‘araştırmanı yaptıysan gir, ben korkmuyorum kimseden, sonuna kadar arkandayım’ cevabı alıyorum. Giriyoruz. Tehdit ve aşağılamalarla dolu onlarca e-posta alıyoruz her seferinde ama önemli değil, biz yaptığımıza inanıyoruz. Yanlış anlaşılmasın, bizi rahatsız eden, taciz eden, bize inanmayanlar sadece erkekler değil. Bu ülkede kadınların bir halt beceremeyeceğine inanan sayısız kadınla da karşılaştık dört yıldır. ‘Neyse’ deyip geçmek, en iyi öğrendiğimiz şey oldu.

Sene 2015. Yeşilist büyümüş, serpilmiş. Dört yıllık yolculuğumuzda bizim gibi düşünen, ağaca, tohuma, toprağa inanan sayısız insanla kesişmiş yollarımız. Doğaya ana derler, dişi derler ya, onu korumaya çalışanlar kadrosu da dişilerle dolup taşıyor. Temiz gıdaya inanan Defne, Buğday’ı ayakta tutan Güneşin, Oya ve Gizem, akademideki kahramanımız Filiz Hoca, en sevdiğimiz kitapları Türkçeleştiren İrem, Greenpeace’in haklarını savunan Deniz, yunusların geleceğini yaratan Buket, betona savaş açan Deniz, yeşili gazete sayfalarına taşıyarak görünür kılan Elif, giysi takasını İstanbul’la tanıştıran Nazlı, Eşya Kütüphanesi kurucusu Aysu, kadın yazarlarımız ve daha onlarcası. İnanan, harekete geçen ve dünyayı değiştiren sayısız kadın bize her gün umut ve cesaret veriyor, moral ve motivasyonumuzu ayakta tutuyor.

13 Şubat 2015. Ofiste oturuyoruz. Mersin’de bir kız yakılmış haberi düşüyor. ‘Ne demek yakılmış?’. Hikaye çok bildik başlıyor. Minibüste tek yolcu olarak kalmış bir kız ve uğradığı taciz. Başına gelmeyen kadın yoktur. Herkesin kanını donduran Özgecan’ın hikayesi tekrarlayamayacağım kadar ağır bir sonla bitiyor. Tüm ülke ayakta ama nafile, Özgecan göçüp gittiğiyle kalıyor. Onun ardından kadınlar yılların suskunluğunu kırıyor, gizli defterler açılıyor ve timeline’lar taciz hikayeleriyle dolup taşıyor. Biz de sessiz kalmayı yediremiyoruz kendimize. Anlatın yeşil harekete gönül vermiş insanlar diyoruz. Kadınlarla sınırlı kalmasın anlatılanlar. Bu ülkede bir ağaç uğruna ölmüş gencecik çocuklar, vinçlerin önüne yatan zeytin üreticisi dedeler varken tacizi, ihaneti, haksızlığı kadınlara indirgemek olmaz. Anlatın hepiniz.

Aşağıda ilk etapta elimize geçen hikayeler var, hepsi çok tatsız ama yazılması, okunması, duyulması gerek. Siz de başınıza gelenleri önünüze çıkan engelleri, haksızlıkları, tacizleri paylaşın, ekleyerek gidelim. Doğayı sevmenin, ona sahip çıkmanın bedelini herkes duysun. Paylaşmak istediklerinizi deniz@yesilist.com’dan bana ulaştırabilirsiniz.

Her şeye rağmen sevgiler ve teşekkürler.

Elif İnce – Gazeteci (Radikal)
Radikal’de dört sene boyunca (2010-2014 Ekim arasında) muhabir olarak çalıştım. Malum muhabirlik birçok zaman tanımadığınız, adını bile yeni öğrendiğiniz insanların ev – ofislerinde bulunmayı gerektiriyor. Diğer yandan da çoğunlukla kent haberleri yaptığım için Sulukule, Tarlabaşı, Sarıgöl gibi ‘çöküntü alanı’ tabir edilen, fuhuş, uyuşturucu, hırsızlık gibi gerekçelerle ‘dönüştürülmek’ istenen, çoğunlukla gecekondu mahallelerine girip çıkmayı…

Tüm bu mahalle ziyaretlerimde tek bir cinsel taciz vakası bile yaşamadım. (Günün her saati her yerde maruz kaldığımız, maalesef ki normalleştirdiğimiz, kadınların çok iyi bildiği tacizkar bakışları saymıyorum) Dört yıllık muhabirlik hayatımda haber sırasında cinsel tacize uğradığım tek yer ise en prestijli üniversitelerimizden birinin eski rektörünün şık bir semtteki ofisi oldu.

Deprem ile ilgili bir röportaj için gittiğim ofisinde bu yaşlı başlı Profesör Doktor, girişte oturan kadın asistanını ve kayıt cihazımın açık olmasını bile umursamadan ‘ne kadar iyi hazırlanmışsın’, ‘güzelsin çok da akıllısın’ ve ‘bir kez öpeceğim’ gibi cümleler kurarak tacize başladı. Elimi kolumu tutup çekiştirerek öpmeye çalıştı, bir yandan özel hayatıma dair sorular sorarak cinsel deneyimlerini anlatmaya başladı. Vakti zamanında acaba kaç kadın öğrencisini – en hafifinden – taciz ettiğini düşünmek korkunç…

Tabii ki bu tacizci adamı meşrulaştırmak istemediğim ve başka kadınların da ondan görüş almaya gitmesini istemediğim için röportajı yayınlamadım. Tacizci olduğunun bilinmesi için adını da paylaşmam gerektiğini düşündüm (hâlâ da düşünüyorum) ama ne yazık ki bu iğrenç adamla uğraşak enerjiyi kendimde şu ana kadar bulamadığım için bunu yapmıyorum. Ancak ismini çok sayıda kadın muhabir arkadaşımla paylaşarak kendisiyle görüşmemeleri konusunda uyardım.

Zaten bildiğim bir şeydi ama, cinsel tacizin sınıf, meslek, ünvan tanımadığını bir kez daha hatırladığım bir olay oldu.

Deniz Bayram – Avukat (Greenpeace)

Yırca’da alandayız. Jandarma komutanı kızarıncaya kadar bağırıyor, “kadınlar çıkın bu zeytinlikten!” kadınlar çıkmıyor, “gel de çıkar” diye cevap veriyorlar. Nöbet tutan kadın arkadaşıma şirketin kallavi erkek çalışanları mesaj gönderiyor. “O kadın ayağını denk alsın”. Tehdit, baskı, bağrış çağrış, küfür… Ne varsa önce kadınlar hedef alınarak zuhur oluyor Yırca’da. Günlerden bir gün, Soma kaymakamı geliyor, laf aramızda beni çok sever! Köylüler ile yalnız görüşmek istiyor, ne de olsa köylüleri bilhassa kadınları “ayartan” kadınlardan biriyim. Onun haberi yok lakin ben biliyorum sözlerini, “Deniz hanım tabii iyi niyetli bir avukat kızcağız, iyi birşeyler yapmaya çalışıyor. Ama burası onun bildiği yerlere benzemez. Sen söyle allahaşkına, -köylülerden birine seslenerek- sen kızının çadırda kalmasına izin verir misin? Kızın gidecek Yırca köyü diye bir yerde ağaçların nöbetini tutacağım diye çadırda kalacak. Biz onlar gibi olamayız, onlar hayatını böyle yaşıyor. Bak o Deniz hanım şimdi de Kobane’ye gitmiş, mesela.” Bu sözlerde ne mi var? “iyi niyetli bir kızcağız” söylemi üzerinden, kadını pasifleştirme, görünmezleştirme çabası içinde bir erkek var. Çadırda kalan kadınları ötekileştirme ve kendi değerleri üzerinden taktiksel olarak, makbul kadın olmayanları itibarsızlaştırma gayreti var,. Zaten “iyi kızlar” çadırda kalmaz, kalırsa başına gelenlere de katlanır! Zaten bir kadın pardon kızcağız da bir meselede “iyi niyetli” bir çabanın ötesine geçemez zannediyorsunuz değil mi? O zaman Yırca’ya bakın, ordaki mücadeleyi okuyun. Çünkü Yırca’da kadın dayanışması ve kadınların direnişi tüm cinsiyetçiliğinize gerekli cevabı verdi, vermeye devam ediyor.

Deniz Üçok – Permakültür Eğitmeni (Permablitz)
Benim daha ziyade ilk freelance grafik tasarım yapmaya başladığım zamanlar, evden çalışan genç ve bekar biri olarak ciddiye alınmadığım toplantılar yaşadığımı hatırlıyorum. Her sorguda “evde çalışıyor – check”, “ev arkadaşı var – check”, “evli değil – check”, her birinde fiyat düşürmek için bahane bulduklarını gözlerinden okuyordum.

Permakültür camiasını girdiğimde özellikle kadın olduğum için bir sorun yaşadığım olmadı, ama kentte permakültür yapılabileceğinde ısrar ettiğimde ilk başlarda ciddiye alınmadığını hatırlıyorum.

Sonraları permakültür vasıtasıyla tanıştığım bazı ortamlarda (camiadan olmayan kişiler tarafından) bekar olduğumu öğrenince iş mi arkadaşlık mı, ne olduğu muallak “bir kahve içelim konuşalım” muhabbetleri ve/veya whatsapp’dan defalarca mesaj aldığımı biliyorum. Bekar olmak bu köpekbalıklarının arasında zor arkadaş!

Aklıma bir çırpıda gelenler bunlar. Yoksa bende de öğretmenim, ev sahibim vs. tarafından sıradan taciz vakaları mevcut tabii her kadın gibi.

Elif Doğan – Yazar (Blogcu Anne)

Türkiye’de kadın olmayı iki şehir üzerinden örnekleyebilirim:

Birincisi, çocukluğumun ve genç kızlığımın geçtiği Mersin. Hani şu bir zamanlar ‘portakal bahçeleriyle’, şimdi o portakal bahçelerine dikilen gökdelenlerle bilinen Mersin. O Mersin ki en civcivli çarşısından en ‘nezih’ semtine yürüdüğüm 10 dakikalık mesafede yanımdan yöremden geçen genç yaşlı birçok erkek tarafından bazen sözle, bazen fiziksel olarak taciz edilirdim. Çarşıya çıkmak demek zaten ‘laf atılmasını kabul etmek’ demekti, çünkü kız olmak, kadın olmak, DİŞİ olmak bunu gerektirirdi.

Üniversite için İstanbul’a geldiğimde de işler değişmedi. Bir seferinde, vapur yanaşmak üzereyken, hani o herkesin dip dibe beklediği anda, önümdeki adam eliyle sarkıntılık etmişti bana… Bağırmış, sırtına vurmuştum da etrafımdakiler bana bakmışlardı ‘Ne bağırıyor bu kız’ diye… Adam vapur yanaşır yanaşmaz atlayıp gitmişti, bense sinirden titrediğimle kalmıştım.

Aradan yıllar geçti, dokuz senelik yurtdışı hayatından sonra Türkiye’ye geri döndüm. Geçen sürede ülkenin daha da geriye gittiğini gördüm. Evet, artık toplu taşıma araçlarında eskisi kadar taciz edilmiyordum belki ama bu, toplu taşıma araçlarına binerken ‘kılığıma kıyafetime dikkat ettiğim’ (yani etek yerine pantolon giydiğim) içindi. Taksiciler tarafından da daha az hırpalanıyordum, bunun sebebi ise Bağdat Caddesi’nin ortasında bir taksici tarafından dayakla tehdit edilmemden sonra taksiyi ulaşımda en son çare olarak tercih etmem olabilirdi.

Evet, aradan geçen sürede Türkiye daha ileri gitmemişti ve fakat ben oldukça yol kat etmiştim (!). Ne zaman nereye giderken ne giyeceğimi, hangi tür ulaşımda daha az taciz edileceğimi, ne zaman kocamı devreye sokup ‘sahipsiz’ olmadığımın altını çizeceğimi iyi öğrenmiş, yaşamımı toplumun tarif ettiği bu otosansür kurallarıyla sürdürmeye başlamıştım.

Geldiğimiz noktada taksi, bir ulaşım aracı olarak en son çare benim için… Otobüs, yoksa dolmuş, o yoksa minibüs, o yoksa yürümekten sonraki zorunluluk…

Dolmuş şoförüyle arabada yalnız kalmak mı? Teşekkürler, almayayım.

Türkiye’de kadın olmanın ve kadın olarak hareket etmenin gereklerini çok iyi biliyorum artık ben. Nerede nasıl davranmam ‘gerektiğini’, hangi toplu taşıma aracının hangi saatlerde daha ‘güvenli’ olduğunu, hangi semte giderken nasıl giyinmem gerektiğini, yanımda kocam varsa nasıl, yoksa nasıl giyineceğimi çok iyi özümsedim.

Çünkü Türkiye’de kadın olmak bunu gerektirir.

Nazlı Ödevci – Mimar (Giysi Takası)
Kadına yönelik sözlü ve fiziksel her türlü şiddeti kınıyorum. Sevgili Özgecan Aslan, kadınların korkulu rüyalarından biri olan bindiği ulaşım aracında saldırıya uğramak ve öldürülmek gibi hiç hak etmediği bir son yaşadı.

Olay toplu taşıma aracında gerçekleştiğinden, kent içinde seyahat ederken yaşadığım tedirginlikleri anlatmak istiyorum.

Mesleğim gereği bazen geç saatlere kadar çalışıyorum. Mimarlık büroları kurumsal bazı şirketlere kıyasla daha küçük çaplı olabiliyor ve çalışanlar için servis benzeri araçlar çıkmıyor. Herkes kendi imkânlarıyla işyerine geliyor.

Çalıştığım firmaların çoğu gece geç saatte çıkınca eve kadar şoförle bırakma veya taksi çağırarak eve gönderme gibi imkânlar sağladı ve bu konuda şanslıydım, ancak daha küçük firmalarda böyle imkânlarım olmadı. Akşam geç saatte toplu taşımaya biniyorsam, hele de tek başıma kalmışsam, o yolculuk benim için ciddi bir kaygı demekti: Asık bir surat ifadesiyle camdan dışarı bakmak ve yolun bir an önce bitmesini dileyerek telefon elimde tetikte beklemek… Bu durumu defalarca yaşamışımdır ve tahminimce Türkiye’de yolda yalnız olma tedirginliğini bilmeyen kadın yoktur.

İş çıkış saatlerinin kadınlar için tedirginlik verici olması kadar gündüz saatleri de problem olabiliyor. Olay “yalnız, yani savunmasız” olmak sanırım. Haliç Kongre Merkezi’nin yanındaki otobüs durağında ne zaman yalnız beklesem – o zamanlar çalıştığım ofise yakın olduğu için o durağı kullanıyordum – arabalarında tek seyahat eden birçok adam yanımdan geçerken yavaşlayıp bakar, sözlü taciz ederdi. Kentin merkezi sayılacak bir noktada başıma gelen bu duruma herhangi bir ulaşım aracı gelene kadar zor dayanırdım. “Durakta tek başına bekleyen kadın” ne anlama geliyor, hâlâ da anlamış değilim!

Beste Bal – Editör (Yeşilist)
Hayatım oldukça uzun mesafeler arasında ve toplu taşımalarda geçiyor. Toplu taşıma neredeyse zulüm olduğu için genelde insanlar birbiriyle dayanışır, sohbet eder, güzergâhlar konusunda yardımcı olur. Bir de aynı hattı belirli saatlerde kullanıyorsanız, artık yol arkadaşı olursunuz.

Hınca hınç dolu olmasından gına geldiğinden boş otobüs bulduğumda içim içime sığmıyor, öyle bir mutluluk-tu, kısa bir süre öncesine kadar. Bir akşam 21:00 otobüsüyle Göztepe’den Taşdelen’e gelirken ara duraklardan bir adam bindi ve o kadar boş yer olmasına rağmen yanıma oturdu. ‘Haydaa’ deyip müzik dinlemeye devam ettim ama bir süre sonra fiziksel olarak bana temas etmeye çalıştığını fark ettim, rahatsız olduğumu belirten bir şekilde baktım, yüzünde bir gülümseme vardı ama toparlandı ben bakınca. Sonra camdan dışarı bakarken yansımasından beni izlediğini gördüm.

Bir yarım saat sonra kulaklığımı çıkarınca hemen konuşmaya başladı. Aynı mahallede oturuyormuşuz, ben evet mahallenin girişindeki sitede oturuyormuşum, o da yanımızdaki kendi arsasında kendi evinde oturuyormuş, noterde çalışıyormuş, herkes ona çok güveniyormuş, ablası evlenmiş, sıra ondaymış, tek başına yaşıyormuş, Kayseriliymiş.. Anlatıyor da anlatıyor. Ben sürekli daha önce bir yerde karşılaştık mı diye düşünüyorum, kötü niyetli olmayayım diyorum, hem her şeyini anlattı ve ben tedirginlikten adını unuttum ama anlattı diyorum. O sırada adımı soruyor, bir süre tereddüt edip gene de söylüyorum. Uzunca bir süre adımın üzerinden konuşuyor. Susuyorum. Sonra dönüp bana akşamları canının çok sıkıldığını söylüyor. Beni facebookta eklemek istediğini söylüyor. ‘Yapma’ diyorum, ‘kabul etmem’. Geriliyorum ve işte bombasını patlatıyor ‘sevgili olmak zorunda değiliz, arkadaş da olabiliriz!’

Otobüsten nasıl indiğimi bilmiyorum ama o beni facebook’ta buluyor! Hoyratça mesajını da gönderiyor: “Kedileri çok mu seviyorsun? Benim de kedim var evimde. Çok güzel. Sevmeye gelsene”. Kanım donuyor, yaptığının taciz olduğunu, beni tedirgin ettiğini ve buna hakkı olmadığını, tekrarlarsa hakkında şikayetçi olacağımı söylüyor ve engelliyorum. Ama işte o sanallığın hafifliği kesmiyor, artık boş otobüsleri sevmiyorum, o hattı o saatte kullanmıyorum ve durakla evim arasındaki kısa mesafede yüreğim ağzımda yaşıyorum. Dahası annem tedirgin olmasın diye aileden kimseye de anlatamıyorum. Bunun da adı ‘hayat’, evet.

Melda Onur – Milletvekili (CHP)

Kadınlar yaşamı ayakta tutmakta erkeklere göre çok daha farklı bri yerde duruyorlar. Çevre eylemlerinde önlerde en çok kadınların görünmesi tesadüf ya da kadınlara saldırmazlar fikri değil. Zira Anadolu’nun çeşitli köylerinde yaşlı, genç kadınların jandarma tarafından darp edildiğine bizzat tanık olduk. Tortum’da Atiye Teyze 83 yaşındaydı ve kolları jop darbeleriyle doluydu. İkizdere’de Havva Hanım’ın şişmiş darp edilmiş bacağı hepimizin hafızalarında taze.

Özellikle HES’lere ve termik santrallere karşı eylemlerde kadınlar daha hassas; çünkü erkek sonuçta yakın bir yerdeki, inşaatta vb işyerinde günlük yövmiye ile çalışıyor ve kazandığı 50-100 TL yi akşam eve getiriyor. Kadın ise sabah kalkıp deresinin suyuyla bahçesini, tarlasını suluyor, hayvanına su veriyor, ev işini yapıyor. Bu tür enerji bahaneli yatırımların su ve toprağı tehdit etmesi doğrudan kadının günlük yaşamını, hatta kendi ifadesiyle iş yaşamını tehdit etmiş oluyor. Erkek akşam yediği fasulyenin, kendi kazandığı parayla piştiğini zannediyor; oysa orada kadının bahçesinde büyük bir emekle yetiştirdiği ürün var. Yani ölçülmeyen bir katma değer, bir emek var. Yani mesele çevre koruma değil, yaşam alanı koruma meselesi.

Biz aynı gayreti Antalya Ahmetler Köyü’nde de gördük. Kadınlar derelerini korumak için jandarma ve kepçelere karşı set çekti direndi. Çevre hareketinin kadınları özellikle Anadolu’da jandarma ile ilk karşılaşan ve şiddet görenlerdir. Ne yazık ki Tortumlu kadınların çarşaflarından sürüklendiği görüntüler hâlâ aklımızda…

BUNU DA OKU:  Topluma yararlı olacak bir iş planın mı var?
Yeşilist bundan böyle okuyucularının desteğiyle ayakta kalacak.
Siz de Yeşilist’i beğeniyorsanız bize Patreon’dan destek olun.
Yeşilist Patreon Destek Ol


Deniz Aytekin

Boğaziçi Üniversitesi'nde felsefe okudu. Çevre, edebiyat ve felsefe alanlarında yazarlık, çevirmenlik ve editörlük yapıyor.

Bir cevap yazın

Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement
Daha fazla Gündem, Kent, Topluluklar
Bombalara Karşı Sofralar 1 yaşında!

45. sofraya siz de katılın!

Kapat