Kuzey Kutbu’ndaki ozon deliği de nereden çıktı?

Bütün doğal zenginliğini canımızın çektiği gibi sömürmemiz ve uygarlığımızın atıklarını havaya, suya, toprağa kuralsızca boşaltmamız için bu gezegenin, onun üzerinde yaşayan tek bir türe, sadece bize, hediye edildiğini insanlığın düşündüğü günler artık geride kaldı diyebilmeyi çok isterdim. Hele iklim değişiminin sebep olduğu aşırı hava olaylarının, ya da okyanuslardaki aşırı avlanmanın daha henüz ilk sonuçlarını artık günbegün yaşadığımız bu dönemde. Etkilerini birkaç on yıl sonra gerçekten yaşamaya başlayacağımız başka birçok örnek muhakkak ki var, saydıklarım sadece şu anda üzerine en çok konuşulanlar.

İnsan beyninin şöyle bir sorunu var; her ne kadar geleceği detaylı planlama kabiliyetine sahip tek tür olsak da, karşımıza çıkan sorunların sonuçlarının uzun vadeli olduğu durumlarda bir boş vermişlik, ya da hayatlarımızda yapmamız gereken değişikliklerin vereceği rahatsızlıktan kaçınma dürtüsü sarıyor bizleri. Sanırım ancak 1985 senesinde olduğu gibi, medyaya “Güney Kutbu üzerinde ozon tabakasında delik açıldı! Güneş’in zararlı ışınları yüzünden kanser vakaları artacak!” şeklinde sebep ve sonucuyla aniden haber olan ve önümüze çok kısa vadeli, gerçek bir tehlike seren bir durumla karşılaştığımızda hızlı bir tepki verebiliyoruz. Peki o zamanlar ne yapmıştık? Ozon tabakasındaki bu şok incelmeye sebep olduğu anlaşılan kloroflorokarbon gazlarının endüstrilerde kullanılmasına karşı hemen harekete geçildi, iki sene içinde uluslararası bir antlaşma (Montreal Protokolü) imzaya açıldı ve bu antlaşma bugüne kadar yedi kere revize edilerek geçerliliğini korudu. Hikayeyi aşağı yukarı genel hatlarıyla herkes biliyor. Sene 1985. İnsan biyolojisini zehirlemeyen mucize bileşik diye 20. yüzyılın ilk yarısında kullanıma sunulan ve 1980’li yıllara kadar sanayide, deodorantlarda, saç spreylerinde, buzdolaplarında, klimalarda ve daha bir sürü yerde yoğun olarak kullanılan kloroflorokarbon (CFC) bileşiklerinin ozon tabakasını incelttiği, özellikle Güney Kutbu üzerinde tabakada bir delik açtığını öğrendik. Deliğin giderek büyüdüğü bilgisiyle Güneş’in morötesi ışınlarının Dünya yüzeyine daha yoğun bir şekilde ulaşacağı ve bu durumda güneş ışığı altında uzun süreler kalmanın kanser ve katarakt riskini artıracağı endişesi hepimizi sardı. “Öğle saatlerinde güneşe çıkmayın, çıkarsanız şapka takın,” gibi tavsiyeler hayatımızın rutinleri arasına girdi. Bütün dünya bir anda bu tehlikeyle mücadele edilmesinde hemfikir oldu ve kısa sürede Montreal Protokolü imzalandı. CFC’lerin mümkün mertebe hızlı bir şekilde sanayide kullanılmasına son verilmesine karar verildi, deodorantlar ve saç spreylerinde ise kullanılmaları yasaklandı. Yerine aynı işlevi görecek ozon “dostu” yeni bileşikler üretildi ve biz artık günlük yaşantımızda belki farkında olmasak da onları kullanıyoruz. Tabii bu durumda hafta başında “Kuzey Kutbu’nda yeni bir ozon deliği! Kuzey Yarıküre’de kanser riski!” haberini okuyan kişide e hani ozon tabakasında delik açılmasın diye kaç senedir önlemler almıştık, bu da nereden çıktı şimdi! gibi bir şaşkınlık olması normal. Bilim insanlarının da beklemediği bir durumdu bu.

BUNU DA OKU:  Stanford ortalığı birbirine kattı

Cevabı bulmak için önce basitçe CFC’lerin ozon tabakasına nasıl zarar verdiğini bilmemiz lazım. Öncelikle ozon dediğimiz şey üç oksijen atomundan oluşan bir moleküldür. Güneş ışınları üst atmosferde iki atomlu oksijen molekülünü parçalar ve serbest kalan oksijen atomu parçalanmamış çift atomlu başka bir oksijen molekülü ile birleşerek üç oksijen atomlu ozon molekülünü oluşturur. Ozon moleküllerinden oluşan ozon tabakası yer yüzeyinden 10 km – 50 km arasında, atmosferin stratosfer dediğimiz bölümünde yer alır. CFC’ler ise salındıklarında atmosferin bu katmanına kadar ulaşır ve güneşin morötesi ışınları CFC moleküllerini parçalayarak klor iyonlarını serbest bırakır. Bunlar da ozon molekülleri ile reaksiyona girip onlardan bir oksijen atomunu çalarak klormonoksit oluştururlar. Böylece üç atomlu ozon gazı molekülü iki atomlu oksijen gazı molekülüne, ozon gazı oksijen gazına dönüşür. Süreç kısaca budur. Yalnız bildiğimiz başka bir şey daha var. Aşırı soğuk bu süreci hızlandırıyor. Bu, yazının başlığındaki soru ile alakalı. Peki, CFC’lerin kullanımlarını Montreal Protokolü’nden beri hızla azalttıysak hala neden her Güney Kutbu kışı ve baharında ozon deliği büyüyor sorusunun birinci cevabı CFC’lerin uzun ömürlü bileşikler olmasında. CFC’lerin atmosferdeki ömrü aşağı yukarı 20 -30 sene kadar. Atmosferin ozonun bulunduğu kısmına ulaşmaları da uzun sürüyor, dolayısıyla CFC’lerin kullanımlarını azaltmış olmamıza rağmen geçmişte atmosfere saldıklarımız hala yukarı yükseliyor. Yani şu anda bile atmosferdeki CFC miktarı artıyor. Bu iki sebepten dolayı bilim insanları aldığımız önlemlerin sonucunu ancak 2050’li yıllarda göreceğimizi ve atmosferdeki CFC miktarının 1980’ler öncesine döneceğini söylüyorlar. Gelelim esas soruya. Bir üst paragrafta yazılanlar hala Kuzey Kutbu’ndaki ozon deliği nereden çıktı sorusunun cevabı değil. Evet, her kış ve baharda Kuzey Kutbu’nda da bir ozon tabakası incelmesi oluyordu ama bu Güney Kutbu ile karşılaştırılmayacak oranlardaydı. Ama ozon tabakası gözlemleri başladığından beri ilk kez bu sene, Şubat ve Mart aylarında, önce Kuzey Kutbu üzerinde bir delik açıldı ve sonraki aylarda delik Kuzey Kanada, Alaska, Kuzey Avrupa, Grönland, Orta Rusya ve oradan Kuzey Asya’ya uzandı. Ozon tabakasındaki kayıp oranı % 80 gibi hiç beklenmeyen bir seviyeye ulaştı.

Bilim insanlarının sebebi bulmaları çok uzun sürmedi, ellerindeki diğer yıllardan farklı tek veriye yoğunlaşmaları yeterliydi. Atmosferin üst tabakalarında olağan Kuzey Kutbu aşırı soğuk dönemi 2011’de normalden 30 gün fazla sürmüştü. Daha önce bahsettiğim gibi aşırı soğuklar normalden daha uzun bir süre boyunca ve daha yoğun bir şekilde CFC’lerin ozon tabakasına zarar vermesini sağlamış ve Kuzey Yarıküre’deki ilk ozon deliğini oluşturmuştu. İşin kötüsü, bilim insanları bu beklenmedik olayın Kuzey Yarıküre’de yeni bir hava olayları eğiliminin başlangıcı olabileceğini söylüyorlar. O zaman şu anda yeni bir sorumuz var. Bu olağan aşırı soğuk döneminin 2011’deki sıradışı uzunluğu nereden çıktı? Bu soru çok yeni. Üzerinde çalışılıyor. Ama daha şimdiden tanıdık bir şüpheli var. Evet, küresel ısınma. Atmosfere uygarlığımızın atıkları olarak saldığımız sera gazları Güneş’den gelip Dünya’dan yansıması gereken ısının bir kısmını gezegene geri yansıtıyor. Böylece Dünya’nın ortalama sıcaklığı yükseliyor ve biz bu fenomene küresel ısınma adını veriyoruz. Kuzey Kutbu’ndaki ozon deliğini saptayan uluslararası çalışma grubunun başkanı Markus Rex diyor ki: “Bir süredir Kuzey Kutbu kışlarının daha da soğuması gibi bir hava olayları eğilimi var.” Ve devam ediyor: “Küresel ısınma bu eğilimi sağlıyor olabilir. Atmosferin alt kısımlarında miktarı artan sera gazlarının Dünya’dan yansıyan ısıyı hapsetmesinden dolayı atmosferin üst kısımlarında bu seneki sıradışı soğuma gerçekleşmiş olabilir. Tabii bu durumun açıklaması muhtemelen bu kadar basit değildir.” Daha araştırmak gerektiği kesin. Geçmiş yıllarda, uzun bir süre boyunca yaptığımız bir hatanın doğurduğu ani bir kriz, daha önce hiç olmadığı gibi insanlığı bir arada çalışmaya itmiş ve küresel çabanın sonucu olarak CFC’leri hayatımızdan çıkartarak tehlikeyi bertaraf ettiğimizi sanmıştık. İşte zamanla hayatımızdan çıkacağını düşündüğümüz o kabus, sebebi ister küresel ısınma olsun, ister başka bir fenomen ama bir şey ile etkileşime girerek tekrar karşımıza dikiliverdi. Çünkü bir şeyi hep unutuyoruz. Dünya üzerinde her şey birbiriyle bağlantı içinde. Akdeniz’deki bir tekhücreliden okyanustaki bir balinaya, ekvatordaki hafif bir rüzgardan kutuptaki devasa buzullara kadar her şey birbiriyle bağlantılı. Sisteme bir müdahale yaptığımızda beklentilerimizin dışında, çok karmaşık bir tepkiyle karşılaşabiliyoruz, çünkü sistem çok karmaşık! Uygarlığımızın ve insan varlığının sürdürülebilir devamı adına bir şeyler yaparken bu jeo-, eko-, biyosisteme çok özen göstermek gerek. Bu gezegen üzerinde canlı ya da cansız, bağımsız hareket etme özgürlüğünde olan tek bir kütle yok. Bugünümüzü yaşarken ve geleceğimize ilerlerken seçeceğimiz yolu ve araçları planlamada asla unutmamamız gereken bir şey bu. Zaten doğa aralıksız bir şekilde, hiç beklemediğimiz anlarda bize bunu hatırlatıyor. Anlamak ise sanırım artık sadece bir tercih meselesi.

BUNU DA OKU:  Yeşil Posta: Ülkemizden ve dünyadan haberler

Kaynak

Nature ( http://www.nature.com/ ),Scientific American ( http://www.scientificamerican.com/ ), NOAA ( http://www.noaa.gov/ ), Bilim ve Teknik (http://www.biltek.tubitak.gov.tr/ )

Yeşilist bundan böyle okuyucularının desteğiyle ayakta kalacak.
Siz de Yeşilist’i beğeniyorsanız bize Patreon’dan destek olun.
Yeşilist Patreon Destek Ol


Bir cevap yazın

Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement
Daha fazla Doğal Kaynaklar, Ekoloji, İklim Değişikliği
İklim değişikliği sergisi başlıyor

Sergi iklim değişikliği ve küresel ısınma konusunda farkındalık yaratma ve bilinçlendirme hedefli.

Kapat