Özge Özgün’le Türkiye’de hayvan hakları, feminizm ve veganlık üzerine söyleşi; ikinci bölüm
Kuir vegan aktivist Özge Özgün’le yaptığımız, 18 Mart’ta yayınlanan söyleşinin ilk bölümünde; Özge’nin yürüttüğü çalışmalardan, hayvan sömürüsünden, hayvan hakları yasasından ve Burak’tan bahsetmiştik. Bu ikinci bölümde ise kesişimsel feminizm, veganlık, LGBTİ+ hareketi ve ikili karşıtlıklar gibi meselelere değindik. Söyleşinin ilk bölümüne buradan ulaşabilirsiniz.
Feminizmin öznesinin kim olduğuna dair tartışmalar uzun süredir devam ediyor. Kendine feminist diyen, ama transların, kendini ikili cinsiyetin dışında tanımlayanların ataerkiden dolayı maruz bırakıldığı şiddeti ve ayrımcılığı feminizmin meselesi saymayan, sadece atanmış cinsiyeti kadın olanlarla ve kendini kadın olarak tanımlayanlarla, kafasında kurduğu ‘kadınlık eşittir bazı organlar’ veya ‘biyoloji’ üzerinden bu tanımlara uyan ‘kadınlarla’ dayanışma ilişkisi geliştirenler var. Oysaki, hem cinsiyetler arası hem de cinsiyetler üstü ‘biyolojik’, ‘doğal’ gibi kavramlara dayandırılarak yaratılan ayrımcılık da tamamen ataerkil düzenin bir sonucu.
Feminizm ve veganlık Türkiye’de -belirli ve kısıtlı bir kesim tarafından olsa da- hem çok tepki çeken hem de kendi içinde bolca tartışma barındıran meseleler. Bu tartışmaların, değinmeye çalışılan temel noktalara zarar verdiğini düşünüyor musun? Veganlar, feministler, aktivistler neden agresif tipler olarak algılanıyor? Bu bağlamda kesişimsel feminizm kavramından biraz bahseder misin? Nasıl duracağız bu normatif erkeklik kültürünün karşısında?
Tek bir feminizm yok, feminizmler var. İyi ki de böyle, bunların açtığı tartışmalar bizlerin bir araya gelmesini engellemiyor. Tek birini seçmek zorunda değilim. Örneğin ben, anarşist feministim, eko-feministim, kuir feministim, vegan feministim. Bu feminizmlerden besleniyorum, feminizmin en çok da trans oluşunu seviyorum. Trans oluş bir akışkanlık ifadesi de aynı zamanda benim için. Hem cinsiyeti sabitleyen, normlara sıkıştıran ataerkil düzene, hem de cinsiyeti biyolojiye indirgeyen feminizme karşı bir başkaldırı. Tabii ki bu akımların her biri içinde de bölünmeler ve fikir ayrılıkları var. Tartışmaların değil de, özcülükten kaynaklanan söylemlerin zarar verdiğini düşünüyorum. Örneğin, 70’lerde ortaya çıkan eko-feminizm, erkek egemenliği ile doğanın tahakküm altına alınma arasındaki bağlantıyı görünür kıldı. Bununla birlikte, erkeği akıl ile, kadını doğa ile özdeşleştirerek şiddet doğuran bu ikili karşıtlığı yeniden üretme özcülüğüne düştü. Bu da; erkeği doğadan ayırmanın, kadını doğayla bir veya benzer görmenin sonucunu, yani erkeğin kadını da, doğa gibi sömürmesinin ‘doğallaştırılmış’ olduğunun gözden kaçırılması demek.
Feminizmin öznesinin kim olduğuna dair tartışmalar uzun süredir devam ediyor. Kendine feminist diyen, ama transların, kendini ikili cinsiyetin dışında tanımlayanların ataerkiden dolayı maruz bırakıldığı şiddeti ve ayrımcılığı feminizmin meselesi saymayan, sadece atanmış cinsiyeti kadın olanlarla ve kendini kadın olarak tanımlayanlarla, kafasında kurduğu ‘kadınlık eşittir bazı organlar’ veya ‘biyoloji’ üzerinden bu tanımlara uyan ‘kadınlarla’ dayanışma ilişkisi geliştirenler var. Oysaki, hem cinsiyetler arası hem de cinsiyetler üstü ‘biyolojik’, ‘doğal’ gibi kavramlara dayandırılarak yaratılan ayrımcılık da tamamen ataerkil düzenin bir sonucu. Örneğin, kadın cinayetlerinde, toplum tarafından makbul kadın olarak görülmeyenlerin, erkeğe itaat etmeyenlerin, gece sokakta olanların, seks işçiliği yapanların, şiddeti ve öldürülmeyi hak ettiğine dair bir algı yaratılarak gerçekleştirilen eylem için bahaneler yaratılıyor, böylelikle şiddet kabul edilebilir kılınıyor. Trans cinayetleri de eşcinsel cinayetleri de, tam da bu makbul kadın ve makbul insan normlarıyla üretilen nefret kültüründen, tek tipleştirme ve kutuplaştırma siyasetinden kaynaklanıyor.

Bence veganlar içerisindeki en büyük ayrışma, tek konulu eylem ve yasa mücadelesi tartışmasından kaynaklanıyor. Veganların bir kısmı sadece veganlık anlatmak gerektiğini, toplumsal dönüşüm için daha çok insanın vegan olarak hayvanların haklarını tanıması gerektiğini, başka işlerle, fayton eylemi, kürk eylemi, yasal haklar vs. gibi vakit kaybetmemiz gerektiğini düşünüyor. Çünkü türcülük devam ettiği sürece, hayvanlar sömürülmeye devam edecek. Bu tespit doğru, evet hayvanlar için de daha azına razı olmamalıyız. Ama bir yandan da o kadar çok yerde sömürü var ki, her yere yetişemiyoruz, deneylere karşı eylem yapmak da, faytonlara karşı eylem yapmak da, söz üretmek de önemli. Bu diğer hayvanları görmezden geldiğimiz, o eylemlerde veganlıktan bahsetmeyeceğimiz anlamına gelmiyor, tüm hayvanlar özgürleşene dek sürecek bir mücadele bu. Yasa, caydırıcı olacaksa, bazı hayvanların yaşamlarını kurtaracaksa bu da kıymetli bir kazanım oluyor. Cinsiyetçi bir toplumda yaşıyoruz, yasalar kadınları korumuyor, LGBTİ+ların haklarından bile bahsetmiyor, ama yasal olarak hak talep etmeye devam ediyoruz, cinsiyetçiliğe ve heteroseksizme karşı toplumsal dönüşüm için sözümüzü kurarken.
İstanbul Sözleşmesi her ne kadar uygulanmasa da, koruyucu bir kalkan gibiydi, aile kurumuna zarar verdiği bahanesiyle baskılar sonucu kaldırıldı. Son aylarda sokakta yaşayan köpeklerin toplatılmasını isteyen kesimler yüzünden hayvanların yaşadığı eziyet büyüyor, köpeklerin tedavilerinin yapılıp alındıkları yere geri bırakılmasını söyleyen 6. madde kaldırılmak isteniyor. Sırf tüm hayvanları kapsamadığı, sadece kedilere ve köpeklere yönelik olduğu için veganların buna sessiz kalması hareketi geriye götürüyor bence, çünkü 6. madde sokakta yaşayan hayvanlar için mücadelenin bir kazanımı ve kaldırılması hepsinin toplatılıp ölüme gönderilmesi demek. Bunlarla birlikte, en önemli ve dikkat çekilmesi gereken asıl meselenin, insan ve hayvan hakları arasındaki keskin ayrımın ortadan kalkması olduğunu düşünüyorum.
Hem veganlara, hem de feministlere yöneltilen tepkiler çok benzer, çünkü ikisi de insan iktidarını sağlamlaştıran normu alaşağı etme amacı taşıyor. Veganların, feministlerin ve bu sistemde ayrıcalıklı olmayanların haklarını savunanların öfkeli olması kadar doğal bir şey yok. Çünkü sistemin devamlılığı için, sürekli pompalanan ayrımcılık ve nefret, hayvanları sırf hayvan oldukları için adeta öğütüyor, parçalıyor, insanları kutuplaştırıyor, şiddete yöneltiyor. Agresif olanın, saldırgan olanın kim olduğunu görmek için sonuca değil, nedene bakmak lazım. Damak tadı için, eğlence için, zevk için, sırf canı öyle istediği için insan dahil bir hayvanı sömürmek, öldürmek, buna da kimsenin karışmamasını beklemek bir tercih olamaz. Öfkemizin nedeni bu.
Her daim iktidarı yeniden üretmesi dayatılan normatif erkeklik kültürünün karşısında durmak için, buzdağının görünen yüzüne değil görünmeyen yüzlerine de bakmak gerek. Sadece kadın-erkek ikiliği üzerinden yaratılan ayrımcılık, sorunların en görünen yüzü. Arkasında koca bir sistem var, cinsiyetçilik, ırkçılık, insan merkezcilik, kapitalizm birbirinden beslenerek birbirini büyütüyor. ‘Uygar adam’, bu dünyada her şeyin kendi için yaratıldığını düşünmeye, her şey ve herkes üzerinde egemenlik kurmaya programlanmış durumda. En temelde feminizm nasıl ki, ataerkinin yol açtığı cinsiyetçi baskı, sömürü ve ayrımcılık pratiklerine karşı bir direniş örüyorsa, veganlık da insan dışı hayvanların insanlar tarafından bir mal ve kaynak olarak görülerek sömürülmesine yani topyekün insan egemenliğine karşı etik ve politik çemberi daha da genişleterek bir direniş ve özgürlük mücadelesi örüyor.
Hem veganlara, hem de feministlere yöneltilen tepkiler çok benzer, çünkü ikisi de insan iktidarını sağlamlaştıran normu alaşağı etme amacı taşıyor. Veganların, feministlerin ve bu sistemde ayrıcalıklı olmayanların haklarını savunanların öfkeli olması kadar doğal bir şey yok. Çünkü sistemin devamlılığı için, sürekli pompalanan ayrımcılık ve nefret, hayvanları sırf hayvan oldukları için adeta öğütüyor, parçalıyor, insanları kutuplaştırıyor, şiddete yöneltiyor. Agresif olanın, saldırgan olanın kim olduğunu görmek için sonuca değil, nedene bakmak lazım. Damak tadı için, eğlence için, zevk için, sırf canı öyle istediği için insan dahil bir hayvanı sömürmek, öldürmek, buna da kimsenin karışmamasını beklemek bir tercih olamaz. Öfkemizin nedeni bu. Bir çocuğun cinsel istismarına nasıl karşıysak, insan olmayan hayvanların istismar edilmesine de aynı şekilde karşıyız. “Daha az istismar et,” demiyoruz, “İstismar etme,” diyoruz. Öfke kötü bir şey değil önemli olan bunu nereye, nasıl kanalize ettiğimiz. Bizlere ve insan dışı hayvanlara yönelik bu sistematik şiddet karşısında, etik bir duruşumuz olduğu gibi, duygularımız da var. Kişisel olan her şey politik; dolayısıyla tabağımızda kimin olduğu da politik, sevgilimize nasıl davrandığımız da, Suriyeli komşumuza yaklaşımımız da, kurduğumuz dil de, tüketim ilişkilerimiz de. Duygularımızı belirleyen, politik tutumumuz oluyor.
Kesişimsel feminizmden de kısaca bahsedeyim; kesişimsellik sadece maruz bırakıldığımız ayrımcılıkları değil, faili olduğumuz ayrımcılıkları da görmemiz gerektiğini ortaya koyuyor. Kesişimsel feminizmle birlikte, bu bağlamda ortaya çıkan kiyerarki kavramı, ezilenken aynı zamanda ezen de olabildiğimizi fark ettiriyor, kendi ayrıcalıklarımızı da sorgulatan bir eleştiri sunuyor. Bu da, vegan olmayan bir feministi “Ben kime, nasıl şiddet uyguluyorum?” sorusuna götürmesi bakımından önemli. İnsan dışı hayvanların da duyguları olduğu, şiddetten uzak yaşamak isteyen bireyler olduğu ortadayken, bu gerçeği reddetmek, bazı insanların da haklarının gasp edilebilir olduğunu onaylamak anlamına geliyor. Çünkü insanlara yönelik şiddetin toplum tarafından meşru olması, insandışılaştırma pratiklerine dayanıyor. Bunun en açık örneğini savaşlarda, insan köleliğinde, toplama kamplarında görüyoruz. Değişken ayrıcalıklarla donatılan ve bu ayrıcalıklardan sıyrılmak istemeyen insan, konfor alanlarını terk etmek olarak algıladığı, içselleştirdiği, kendinde hak gördüğü ayrımcılıkları terk etmek istemiyor. Yani topyekün bir özgürleşme için, iktidar üreten normların karşısında durmamız gerekiyor.

Hayvan hakları savunucuları, feministler ve LGBTİ+ hareketi Türkiye’de biraz geç mi bir araya geldi yoksa yeterli görünürlüğü sağlama konusunda sıkıntılar mı yaşandı? Ya da böyle bir ittifak kurulması şart mı? Bu konudaki düşüncelerin neler?
Türkiye’de hayvan hakları, feminizm ve kuir ekolojiyi bir arada ele alan pek bir kaynak yok. 1990 yılında Carol Adams’ın yazdığı, 2013 yılında Türkçeye çevrilen, et yemek ve kadın bedeninin sömürülmesi arasındaki bağlantılara değinen Etin Cinsel Politikası’nın çok okunan bir kitap olmasının da etkisiyle feministler arasında bir farkındalık gelişti. Bu benim sorunlu bulduğum ve eleştirdiğim empatik bir yaklaşım. Kitapta anlatılanların; feministlerin dişi hayvanlara uygulanan cinsel şiddet ile empati yaparak vegan olması gerektiğine odaklanan, feminizmi beden ve atanmış cinsiyet ile sınırlayan bir bakış açısının öne çıkmasına sebep olduğunu düşünüyorum. Trans bir kadın, beyanı dişiyse, dişidir ve kadındır; bu tartışılmaz. Bu transfobik ve cinsiyetçi yaklaşım, özellikle feminist LGBTİ+ aktivistleri tarafından haklı olarak eleştiri aldı.
İlk vegan feminist kamp 2014 yılında yapıldı. 2014 yılından itibaren yükselen bir dalgadan bahsedebiliriz. Yaklaşık son beş senedir veganlığın daha kapsayıcı ve bütünsel ele alınmasıyla, politik hattın daha net ortaya konmasıyla birlikte, kesişimsel ve kuir yaklaşımların ufkumuzu açmasıyla bağlantı daha doğru bir noktadan ele alınmaya başladı diyebilirim. Bu dişilik bağlantısı üzerinden feministlere veya hakların yok sayılması üzerinden LGBTİ+lara fazladan misyon yüklemek çok sıkıntılı. Çünkü ayrımcılık karşıtı olan herkesin, insan dışı hayvanların maruz bırakıldığı ayrımcılığın son bulması için de çabalaması gerekiyor, yoksa bu gerçek ve samimi bir mücadele olmuyor. Türkiye’de son 10 yıldır veganizmin politik bir adalet mücadelesi olarak yol aldığını ve kuir teorinin de yaygınlaşmasının aşağı yukarı aynı zamanlara denk geldiğini düşünürsek, geç bir bir araya geliş olduğunu düşünmüyorum. Her 8 Mart’ta bir çok vegan tarafından feministleri empati geliştirmesi için özellikle öne çıkarılan kadınlık, doğurganlık ve dişilik mevzusunun sıkıntılar yarattığını düşünüyorum. ‘Kişisel olan politiktir’ şiarını benimseyen feminist hareketi ve normun dışında bırakılanları merkezine alarak, kimlik siyaseti yerine ötekilerin kolektif birliğine vurgu yapan queer kuramın açtığı kapıların sayesinde; her geçen gün ikili karşıtlıkları dayatan sisteme karşı, insan dışı hayvanları da kapsayan bir yerden ayrımcılık karşıtı mücadele ören insanların sayısı artıyor.
Dünya insan faaliyetleri kaynaklı iklim krizinin tam göbeğindeyken; ve insanlık kentleşme, ormansızlaştırma, fosil yakıt kullanımı ve bunlara bağlı olarak yok olan sayısız canlı türü gibi faaliyetlerle gezegendeki ortak yaşama geri dönülmez zararlar vermeye devam ederken; bu gidişatın içerisinde sömürünün her türlüsünün karşısında durmaya çalışan azınlığın içerisinde yer almak depresif bir his mi? Umudunu tamamen kaybettiğin zamanlar oluyor mu? Yürüdüğün yola devam etmeni neler sağlıyor?
İnsan merkezli bir çevre anlayışının hem hak gasplarına hem de ekolojik yıkıma sebep olduğunun çok kısıtlı olarak sorgulanması, insanın ayrıcalıklarından, konforlu denen aslında hiç de konforlu olmayan alanından başka canlıların canı pahasına vazgeçmek istememesi depresif hislere sürüklüyor bazen. Konforlu olmayan dememin sebebi, insan dışı hayvanlara uygulanan şiddetin dönüp dolaşıp insanı bulması yüzünden. Örneğin, damak zevki için hayvan yemek, bu çağda bir çok hastalığa sebep olan etkenlerden biri. Bütün bunların insanın sırf kendini üstün konumlamak istemesi nedeniyle görünmezleştirilmesi umudumu kırıyor zaman zaman. Ama umudumu artıran da çok şey var, bunlardan biri yaptığım atölyelerden ve seminerlerden güzel geri dönüşler almak. Yeni birliktelikler oluşturmak, birlikte üretmek, hayvan yoldaşlarımla olmak, bazen konuşmadan birbirimizi anlamak, dans etmek, çizmek çok iyi geliyor.
Bu söyleşiyi okuyup yaşam biçimini, bakışını sorgulama/değiştirme kararı alan okuyucularımıza, bir yerden başlamak için tavsiye edeceğin kaynaklar neler olur?
Hayvan sömürü endüstrisinin ekosisteme verdiği zararları anlatan Cowspiracy ve Seaspiracy belgesellerini izlemenizi öneririm. Etin Cinsel Politikası kitabının eleştirel bir gözle okunmasını önemli buluyorum. Bir ekofeminist olan Pattrice Jones’un Artçı Şok: Şiddet Dolu Bir Dünyada Travmayla Baş Edebilmek kitabında eminim herkes kendinden bir şeyler bulacaktır. Youtube’da sevgili Melike’nin Vegan Earth kanalındaki Veganlık Karşıtı Argümanlara Cevaplar dizisi izlenmeli derim. Bunlarla birlikte birkaç makale linkini vermek isterim.
Vegan feminizm
Kuir ekolojinin anlaşılması zorunluluğu
Eşitlik ve özgürlük üzerine sesli düşünmeler
Veganlık, insan harici hayvanların haklarını savunmaktır
Son olarak, bu yıl Feminist Gece Yürüyüşü’ne gittin mi? Pankartında ne yazıyordu?
Tabii ki gittim. Tüm yasaklara ve baskılara rağmen tüm coşkumuzla ve direnişimizle oradaydık. Bu sene elimde bir pankartım yoktu, enstrüman çaldığım için. Ama ‘vegan, kuir, trans feminizm yaşatır!’ diyorum. İki yıl önce ‘gelecek ikili değil, gelecek kuir vegan’ yazmıştım. Bir de bu seneki ‘köpekleri değil tacizcileri topla’ dövizini çok sevdim.
Zaman ayırdığın için çok teşekkür ederiz, sevgiler.
Söyleşinin ilk bölümüne buradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar kapatıldı.