Dilovası’nın suçu ne?
İlk defa, 5 sene evvel Sapanca’ya giderken yolda geçtiğimiz son derece çarpık endüstriyelleşmiş mevkinin ismini merak edip tabelada okumuştum: Dilovası.
Kendi kendime, Burada yaşayan çocuklar nasıl bir hava soluyorlar, ne feci bir bölge, nasıl bir havası vardır kim bilir, suyu ne haldedir?” diye düşünmüştüm. Nasıl dokunduysa, İstanbul’a döner dönmez, nedir bu Dilovası denilen yer, diye araştırmıştım. Malum bizim kültürümüzde bir yere verilen isim, genellikle o bölgenin özelliğini yansıtır. Dilovası da Osmanlı Devleti zamanında sarayların meyvelikleriyle doluymuş. Bilhassa kiraz ağaçları meşhurmuş çünkü kiraz ağaçlarının mevsimi bir yerine üç ay sürermiş. Gelin görün ki, bugün Dilovası’nın hali içler acısı.
“Türk sanayinin kalbi olarak adlandırılan ve bünyesinde demir çelik, kimya, petrol, otomotiv ve lastik sektörü olmak üzere 400’ün üzerinde büyük ölçekli sanayi kuruluşu, kimya, petrol ve LPG depolama tanklarını da barındıran Kocaeli’nde, yeni sanayi kuruluşlarının da anlaşmaları yapılıp temelleri atılıyor. Yerli ve yabancı yatırımcının, deniz, kara ve demiryolunun yanı sıra hava ulaşımı açısından da en uygun konumda olması nedeniyle tercih ettiği Kocaeli’de, 13 organize sanayi bölgesi bulunuyor ve yenilerinin de kurulması için çalışmalar sürdürülüyor.” Dilovası’nda yerleşim ve sanayi iç içe geçmiş durumda. Gün geçmiyor ki, Dilovası’na dair, çarpık endüstriyelleşmenin, nasıl burada insan hayatını ve çevreyi mahvettiğini okuyoruz. Gazete başlıkları ve alıntılar vereceğim. Üstelik çok geriye gitmeden, son bir ay içinde Dilovası’na dair basında çıkan haberler bunlar:
- Dilovası’nda çocuklar “kanser” içiyor. (10 Ocak 2011-NTVMSNBC)
- Dilovası gerçeği: Anne sütünde ağır metal var. Sanayi kuruluşlarının konut alanlarıyla iç içe girdiği, kanser vakalarının ise dünya ortalamasının 30 kat üzerinde olduğu belirtilen Kocaeli’nin Dilovası İlçesi’nde yapılan bir araştırmada, doğum yapan annelerin sütünde yüksek dozda ağır metale rastlandı. (8 Ocak 2011-Radikal)
- Dilovası’nda boş arsaya 1000 ton endüstriyel atık döküldüğü belirlendi. Atıkların yeraltı sularına karışmasından korkuluyor. Dilovası Belediyesi Çevre Koruma ve Kontrol ekiplerinin yaptığı denetimlerde, Tavşancıl-Çerkeşli köyleri arasında boş bir araziye 1000 ton endüstriyel nitelikli ve zehirli olabilecek arıtma çamuru döküldüğü belirlendi. Atık çamurunun içinde kozmetik tüpleri, firmalara ait birçok etiket, kantar ve sipariş fişleri de tespit edildi. Belediye ekipleri, etiketlerden yola çıkarak 3 ayrı firmaya ulaştı. Firma yetkililerinin, “O atıkları bertaraf tesisine teslim etmiştik” dediği öğrenildi. (1 Şubat 2011-Radikal Gazetesi)
Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Dilovası’nda havadaki ağır metal partiküllerini çok yoğun olduğunu belirterek şöyle konuşmuş: “Doğan bebeklerin kakasında ağır metal oranı çok yüksek. Annelerin sütünde de ağır metalin yüksek olduğunu izlemeye başladık. Alüminyum var, kadmiyum var, bunlar insan vücudunda doğal olarak bulunan şeyler değil… Bunlar dışarıdan alındığının ibaresidir. Dışarıdan da nereden, havadaki partiküllerden.”
Konuşmuş da ne olmuş; siyasilerin hedefi haline gelmiş. Muhtemelen oradaki sanayinin de desteğiyle, bazı politikacılar Onur Hamzaoğlu’na savaş açmışlar. Oysa kendisi, 2005’ten bu yana Dilovası İlçesi’nde TBMM bünyesinde milletvekillerinin oluşturduğu “Dilovası Araştırma Komisyonu” adı altında incelemeler yapıyormuş. Neyse ki 95 meslektaşı, Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nu destekleyen bir açıklama vermişler. Dilovası’nda hava kirliliği, su kirliliği, endüstriyel atık, yoksulluk, sosyal problemler, kısaca ne ararsanız var. Çevre Bakanlığı Dilovası’ndaki sanayinin emisyonlarını sürekli ölçtüğünü, ve rakamların çok da elzem olmadığını, atıklarla ilgili tesislerin de yapıldığını belirtiyorlar. Ama problem çok boyutlu. Birileri muhakkak bir şeyleri doğru yapmaya, düzeltmeye çalışıyor. Ancak neden ekonomimizin çarkları daha hızlı dönsün diye, insan sağlığını tehdit edecek boyutlara gelen çevre kirliliğine ve yok eden bir endüstriye izin veriliyor onu anlayamıyorum. Neden Türkiye’de ya çevre ya sanayi diye bir seçim yapmak zorundayız? Her ikisinin bir arada olabildiğini, sürdürülebilir kalkınmanın sürdürülebilir toplum, sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir ekonomi olduğunu ne zaman fark edeceğiz? Her şeyi tükettikten sonra bu sanayiyi başka bir yere taşıma gereğinin maliyeti, milli çıkarlarımızla ters düşmüyor mu? 2006 senesinde, yoldan geçen bir vatandaş olarak, benim içim, sadece görsel olarak durumdan burulduysa, 5 sene sonra felaket haberlerini okuyorsam halen, bir terslik yok mu bu resimde sizce?