Özen Yükümlülüğü’nün yönetmeni Nic Balthazar’la belgesel, iklim davaları, felaketin sıradanlığı ve iklim aktivizmi üzerine…

Bu yıl Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali kapsamında izlenebilen Özen Yükümlülüğü, dünyanın en büyük on kirleticisinden biri olan Shell’e ve hükümetlere iklim krizine karşı gerekli önlemleri almayarak suç işledikleri gerekçesiyle dava açan avukat Roger Cox’u takip ediyor. Belgeselinin yazar, yönetmen ve yapımcısı Nic Balthazar’la filmin yapım süreci, iklim davaları, çevre aktivizmi ve dünyanın içinden geçtiği krizler gibi birçok konuya değindiğimiz çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Röportaj: Deniz Aytekin

Merhaba Nic! Duty of Care bu yıl Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’nde gösteriliyor. Bu belgeselin yazarı, yönetmeni ve yapımcısı olarak iki yıl boyunca çığır açıcı işlere imza atan bir Hollandalı avukat olan Roger Cox’u takip ediyorsun. Bu filmi yapma motivasyonunla başlamak istiyorum. Bu projeye başladığında aklında ne vardı?

Uzun süre televizyon için çalıştım ve daha sonra kurmaca filmler yapmaya başladım. 15 yıldan uzun bir süredir de iklim aktivistiyim. Sanırım Roger ve ben An Inconvenient Truth (Uygunsuz Gerçek)  filmini aynı dönemde izlemişiz. Bu film aramızda ilginç bir bağ yarattı. İkimizin de iki çocuğu var ve ikimiz de hayatlarımızı değiştiren bu belgesel karşısında şaşkına dönmüş, şoka girmiş hâldeydik. Ben de o dönemde odağına iklimi alan bir kurgu arayışındaydım ve Roger’ı avukat olarak tanıyordum. Birkaç iklim aktivistiyle birlikte Roger’ı yaptıklarını bize anlatması için davet ettik. O sırada Urgenda henüz açtığı davaları kazanmamıştı. Roger’ın hukuk kitaplarıyla ve elindeki bilgilerle iklim krizini çözme çabası bizi çok heyecanlandırmıştı. Böylece Belçika’da başlattığımız iklim davasının da avukatı oldu ve bu sayede ondan lobiciler ve büyük petrol şirketleri için çalışan avukatlar hakkında daha fazla bilgi istedim. Ona bu avukatların bazen vicdan sorunu yaşayıp yaşamadıklarını sordum. ‘’Hayır, avukatların vicdana ihtiyacı yok,’’ dedi alaycı bir şekilde. ‘’Yasaları ihlal edebilecek insanları, hatta suçluları bile savunabilirler, onların işi bu.’’ Bana Shell’e karşı ne yapacağını da anlatıyordu elbette. Davut ile Golyat’ın Hikâyesi kadar inanılmaz bir olay bu, ama yaşanan her şey gerçek. Sinemada sık sık, ‘bir hikâye ararsan ve hikâye seni bulur’ derler. Gerçekten de öyle oluyormuş.

Daha önce çektiğim filmlerin çoğu da gerçek hikâyelere dayanıyor. Bu sefer de yaşanan bir olayı filme alıp bir belgesel ortaya çıkarabileceğimi düşündüm. Bu fikrimi Roger’a ilettiğimde bunu yapmayacağını, ortaya gerçekten çok sıkıcı bir şey çıkacağını söyledi. Çalışmaları sırasında dizüstü bilgisayarının başında oturuyor ve söyleyeceği her şeyi yazıyordu sadece. Ayrıca bizdeki mahkeme salonları Amerika’daki gibi değil. ‘’İtiraz ediyorum sayın yargıç’’ gibi bir drama yok. Gerçekten çok ciddi ve karşılıklı saygıya dayalı, sakin bir ortam var ve bu bir film yapımcısına çok da yardımcı olmuyor. 

Yine de onun belgeseli yapmama tavsiyesini dinlemediğim için çok mutluyum. Dünyanın hiçbir yerinde yapılmamış bir şey görebileceğimizi hissediyorum. Hollanda’nın kenar mahallelerinden çıkan, güç merkezinden oldukça uzakta olan küçük bir hukuk firmasının yaptığı çok benzersiz bir şey bu. Sonra bir anda en önemli on çok uluslu şirketten ve en önemli kirleticilerden birini mahkemeye çıkarıyor ve onları rotalarını büyük ölçüde değiştirmeye gerçekten mahkum ediyor. Orada, mahkeme salonunda olmak elbette çok heyecan vericiydi. Umarım izlemek de heyecan verici olur.

Gerçekten heyecan verici bir film olduğunu söyleyebilirim. Sen bu belgeselin türü için ‘gerçek suç belgeseli’ diyorsun. Bu kadar büyük kirleticileri ve hükümetleri suçlu ilan etmek seni korkuttu mu?

Güzel soru! ‘Gerçek suç belgeseli’ yeni bir tür ve izleyiciler seri katillerle, insanlığa karşı işlenen büyük insanlık suçlarından ya da tüm gençlere ve gelecek nesillere karşı işlenen suçlardan çok daha fazla ilgileniyor. Kimse bu insanları suçlu olarak da görmüyor. Sayılara baktığımızda görüyoruz: Bahsettiğim bu insanlar hâlâ dünyada en çok para kazanan ve en çok etkiye sahip olan insanlar çünkü toplumu yönlendiren şey üzerinde güçleri var. Yani enerji, petrol ve gaz… Şimdi bu savaşla belki de her zamankinden daha da güçlüler. Bu onları suçlu yapar mı? Tabii ki bir seri katil gibi değil… Hiçbirinin bu gezegeni nasıl mahvettiklerinin farkına varmak istediklerini sanmıyorum. Film de bunu aslında bilerek yaptıklarını gösteriyor. Onlarca yıldır biliyorlar. Geleceğin ne yöne gideceğini görmek için özel senaryo departmanları var ve çok iyi biliyorlar ki eğer toprak anadan petrol ve gaz çıkarma yolunda ilerlemeye devam edersek felakete sürükleneceğiz. O zaman bu insanlar suçlu mu? Bir filmde yapımcının görevi bu soruyu sormak ve seyircinin kendi cevaplarını bulmasını sağlamaktır.

Etraflarında avukatlardan oluşan bir orduyla gezen bu dev şirketlere ve hükümetlere meydan okuyan bir davayı izlemek, bu hikâyenin belgeselini çekmek epey zordur diye tahmin ediyorum. Sen de bu işe girişirken umutsuz hissettin mi yoksa kazanacağınızı düşünüyor muydun?

Evet, bu büyük petrol ve gaz şirketlerinin tıpkı tütün endüstrisinin eskiden sahip olduğu gibi yasal konsey için harcayacakları gülünç miktarda paraları olduğu doğru tabii. Geçmişte tütün şirketleri de çok fazla dava kazandı ve filmde de söylendiği gibi birdenbire kaybetmeye başladılar. Bu da tütün firmalarına karşı hissettiklerimizi ve nihayet sigaranın kansere neden olduğunu söylemekte bir sorun görmememizi sağladı. Uzun bir süre boyunca bunu söylemenize bile izin verilmedi. Ancak ilginç ve heyecan verici olan şey, dünyadaki hiçbir paranın derin inancı, büyük, köklü dürtüyü ve bir şeyler yapmaya çalışma arzusunu satın alamayacağıdır.

Çok zeki bir adam olan Roger Cox’u iklim değişikliği konusunda bu kadar bilgili yapan da buydu. Çok fazla çalışma ve enerji gerektiren bir şey yaptı. Roger iklim değişikliği konusunda o kadar derin bilgiye sahip ki, tüm araştırmaları elinde tutan, en iyi maaşları alan avukatlar bile gerçekten aptalca hatalar yapıyor. Çünkü birçok insan gibi onlar da neler olup bittiğinin farkında değiller. Dünya çapında pek çok davada gördüğünüz şey de bu. Eğer bir yargıca tam olarak neler olup bittiğini gösterebilir ve açıklayabilirseniz, Roger’ın her zaman söylediği gibi, bir yargıcın adalet yolunda, gezegeni mahvetmenin yasadışı olduğuna, bu kadar çok insanın geleceğini çalmanın yasadışı olduğuna dair basit, sade sağduyu yolunda karar vermemesi imkânsızdır. Bu yüzden Roger her zaman ”Elbette kazanacağız!” dedi. Herkes bunun çok zor olacağını söylerken o her zaman ”Hayır, bir hakimin başka türlü karar verebileceğini sanmıyorum,” derdi.

BUNU DA OKU:  Geçmiş olsun: Üçüncü Köprü açılıyor

Diğer avukatlar ve katılımcılar da bu dava konusunda Roger kadar iyimser miydi?

Hayır, ilginç olan şu ki ilk iklim davasında, Urgenda davasında, o kadar çok profesör, o kadar çok uzman, o kadar çok gazeteci vardı ki… Herkes ”Hükümetinizi iklim değişikliğiyle ilgilenmediği ve dolayısıyla vatandaşlarıyla ilgilenmediği için dava etmek gerçekten harika bir fikir ama bu asla işe yaramayacak,” dedi. ”Büyük kirleticileri dava etmek de güzel ama bu asla işe yaramaz.” Ve Roger onların yanıldığını kanıtladı. İşte filmimizin inanılmaz hikâyesi de bu.

Roger’ın büyük kirleticilerin CEO’ları gibi bireyleri dava etmenin gerçekten gerekli olduğunu söylemesi hakkındaki düşüncelerini de merak ediyorum. Çünkü bir şirketi değiştirmek gerçekten zor ama tek bir kişiyi cezalandırmak daha uygulanabilir olabilir. Bugünlerde bazı ünlüler de sosyal medyada iklim suçlusu ilan ediliyor. Sence bu kişilere dava açmak fark yaratır mı?

Bu gerçekten ilginç bir soru. Çünkü herkesin ve bu şirketlerin söylediği ve kısmen haklı oldukları şey, bu durumda hepimizin suçlu olduğu. Bütün sorun da bu zaten: Pek çok insan ‘ben iklim aktivisti olmayacağım çünkü ben de suçluyum,’ diye düşünüyor.

Ben uzun yıllar boyunca bir seyahat programı yaptım. Dünyanın dört bir yanına uçtum ve diğer insanları uçaklara binmeye teşvik edebilecek hikâyeler anlattım. Ben bir suçlu muyum? Belki evet, belki hayır. Ancak elbette bu CEO’lardan hesap sorabilmeliyiz çünkü örneğin Shell vakasında açıkça görüyoruz ki bu şirket daha sürdürülebilir ve daha doğru bir yöne gitmeyi planlarken, diğer şirketler takip etmediği için 180 derecelik bir dönüş yaptı ve 21. yüzyılın başında en büyük CO2′ kirleticilerinden biri hâline geldi. Yani Shell’in tepesinde bu 180 derecelik dönüşü emreden insanlar vardı.

Gerçekten merak ediyorum, bir noktada Nürnberg Duruşmaları gibi bir şey görecek miyiz? ”Aman Tanrım! Bizi bu duruma kim soktu?” diyecek miyiz? Avukatlarımızdan birinin söylediği çok ilginç bir şey var. İkinci Dünya Savaşı’nı anarken ünlü bir filozof olan Hannah Arendt sık sık kötülüğün sıradanlığından bahsederdi. Alman ordusunda herkesin kendi küçük işini yaptığını söylerdi: Bir adam sadece mermi yapıyordu, diğer adam sadece bir kampta muhafızdı ve bu insanlar sadece emirleri uyguladıklarını söylüyorlardı. Kötülüğün sıradanlığı budur. Avukatımız, iklim değişikliğinde aslında felaketin sıradanlığını gördüğümüzü söyledi. Çünkü Shell için çalışan tüm bu insanlar aynı zamanda Shell’i finanse eden ya da bu büyük petrol şirketlerine yatırım yapan insanlar için de çalışıyorlar… Suçlular mı? Kesinlikle suçlu hissetmiyorlar. O zaman hepsini sorumlu tutacak mıyız? İşte bu da felaketin sıradanlığı…

Hepimiz dönmeye devam eden büyük bir çarkın küçük parçalarıyız. Ve en alaycı, neredeyse komik olan şey de, ben elbette bir hukuk bilgini değilim, hukuk diplomam ya da başka bir şeyim yok ama Roger bana bu insanları kişisel düzeyde sorumlu tutmanın en kolay yolunun muhtemelen şirketleri için iyi olana karşı gelmeleri ile suçlanmaları olduğunu söyledi. Belki 10 yıl sonra şirket, ”Sen bizi iklimle çatışma rotasında tutup uçuruma sürükleyen adamdın. Şirketimizi mahveden de bu oldu,” diyecek. Böylece ilk etapta gezegeni mahvettikleri için değil ama şirketlerini mahvettikleri için sorumlu tutulabilecekler. Hepimiz bu ekonominin ekoloji çöktüğü için çökeceğini gördüğümüzde nerede olacağız? Ve o zaman hâlâ bir tür ekolojik Nürnberg duruşması yapacak zamanımız olacak mı? Bu bir soru işareti…

Gezegeni mahvetmekten bahsetmişken, 2008 ve 2009’da The Big Ask filmini ve iklim yasası için aktivizm kliplerini yönettin. O zamanki gelecek öngörülerinin ne olduğunu merak ediyorum. O yıllarda, insanlığın iklim krizi konusunda büyük ve hızlı bir değişiklik yapacağına inanıyor muydun ve şimdi geçmişteki düşüncelerin hakkında nasıl hissediyorsun?

İlk Big Ask filmi bir plajda 6.000 kişiyle çektiğimiz kısa bir filmdi. Bu film, pek çok insanı sınırların ötesine taşıdı. Filmde, belli bir noktaya geldiğimizde artık elimizden bir şey gelmeyeceğine işaret eden ‘devrilme noktası teorisi’ni göstermek istedim. O dönemde bilim insanları, ”Emin değiliz ama gerçekten bir şeyler yapmak için hala 7-10 yılımız olduğunu düşünüyoruz,” diyorlardı, ama bu 2008 yılındaydı tabii. Şu anda neyse ki Paris Anlaşması var ve olumlu değişiklikler de yaşandı.

Sadece iklim adaleti için sesini yükselten bu kadar çok insanın politikacıları, aynı zamanda endüstrideki insanları ve toplumdaki insanları bir değişiklik yapmaları için uyandırdığını umabiliriz. Bilim insanları hâlâ aynı derecede karamsar. Belki daha bile kötümserler, çünkü dünyanın iklim sisteminde gerçekte neler olup bittiğini görüyorlar. Bu devrilme noktaları yaklaşıyor. Bildiğimizden daha ‘haklı’ olabileceğimizi görmek beni ürpertiyor.

O zamanlar yaptıklarımızla her zaman çok gurur duyacağım çünkü o hareket, büyük iklim mitinglerinin başlangıcıydı. Ve bu başka tür bir mitingdi. Her zaman, kimsenin gerçekten anlayamayacağı sloganlar ve kimsenin okuyamayacağı pankartlarla sokaklarda yürümememiz gerektiğini söylerim. İklim için dans etmek gibi çok daha güzel şeyler yapmalıyız. Bu klipte 12.000 kişi o sahilde dans ediyordu. Ve tüm dünyaya gönderebileceğimiz bir klip yaptık. Orada olan herkes bunu hâlâ hissediyor. Bu yüzden o filmleri çektiğimiz için hâlâ çok gururluyum. Öte yandan benim de iyi ve kötü günlerim oluyor. Kötü günlerde ‘tüm bu yaptıklarımız umduğumuz kadar yardımcı oldu mu?’ diye düşünüyorum. Çünkü CO2 oranı azalmadı, artmaya devam ediyor. Ve benim ülkemde bile, Türkiye’nin durumunu tam bilmiyorum ama sanırım çok daha iyi değil, hâlâ başımızın üzerinde ne kadar büyük bir kılıç olduğunu fark edemedik.

BUNU DA OKU:  "Organik tarımda devrimsel harekete ihtiyaç var"

Aslında bu söyleşiyi bugün yapmak garip bir tesadüf oldu benim için, çünkü bugün Türkiye COP27’de geleceğe yönelik karbon salım hedeflerini açıkladı ve hükümetin 2038’den önce karbon emisyonlarını azaltmaya yönelik bir planı olmadığı ortaya çıktı.

Bu bahsettiğin karar, gezegen için bir ölüm fermanıdır. İnsanlar bunun farkında değil ve bütün sorun da bu. Herkes ”Ah, iklim değişikliği evet biliyorum. Bunu anlıyorum,” diyor. Ama anlamıyorlar. Çünkü medyada bu hiç de ilgi çekici olmayan ve çok zor bir konu olarak yansıtılıyor. Çünkü psikolojimiz kötü haberleri kaldırmıyor. Her zaman iyimserlik, umut, bizi kurtaracak teknolojiler ya da nükleer enerji istiyoruz… Son dakikada bir şey bizi kurtaracakmış gibi… Bilim insanları bize son dakikayı bekleyemeyeceğimizi, bunu şimdi yapabileceğimizi söylüyor.

Sınavların varsa son gün çalışmaya başlasan bile yüksek bir not alabilirsin. Ancak dünya sistemi söz konusu olduğunda, doğayla pazarlık yapmaya son dakikada başlayamazsın. Çünkü Kuzey Kutbu’nda, Sibirya’da ve tüm bu orman yangınlarında neler olduğunu görüyoruz ya da belki de çoğu insan görmüyor. İşte bu korktuğumuz şeyin başlangıcı. Bu asla düzeltemeyeceğimiz bir kırılma noktası. Kötü günlerimde, çocuklarıma çocuk sahibi olmamalarını söylemem gerektiğini düşünmek en büyük kabusum oluyor. Çocuk istiyorlar ve ben de gerçekten dede olmak istiyorum ve bu yüzden iklim krizine karşı canla başla mücadele etmemiz gerektiğini düşünüyorum. ”Karbon salımımızı azaltmaya 2038’de başlıyoruz,” demek milyarlarca ve milyarlarca insan için bir ölüm fermanıdır.

Evet, böyle can sıkıcı bir günde insan tutunacak bir umut ışığı arıyor. Dürüstçe söyleyebilirim ki Özen Yükümlülüğü bugün bana biraz umut verdi. Peki, iklim krizi hakkında bugünkü yetişkinlerden çok daha fazla bilgi sahibi olan genç nesil oy vermeye başladıkça bir şeylerin değişeceğini düşünüyor musun? Konuşmamızın başında Al Gore’un An Inconvenient Truth (Uygunsuz Gerçek) filminin hayatını değiştirdiğini söylemiştin. İklim adaletini siyasi gündemlerinin üst sıralarına koyan liderlerin ortaya çıkmasını ve köklü değişiklikler yapmasını bekliyor musun?

Elbette Al Gore ile ilgili sorun, iklim sorununun ne olduğunu fark etmemizi sağlamak için yaptığı tüm iyi şeylere rağmen, bilmeden veya istemeden, ABD’de iklim konusundaki tüm bu kutuplaşmanın başlamasına sebep olmasıydı. Eğer iklim krizinin farkındaysanız o zaman demokratsınız demektir. Eğer bir cumhuriyetçiyseniz, iklim değişikliğinin saçmalık olduğunu, insanların sadece paniklediklerini ve mücadelenin bize boş yere çok paraya mal olacağını söylemek zorundasınız: Tartışmayalım, düşünmeyelim, birbirimizle konuşmayalım bile…

Burada gördüğümüz şey demokrasinin ve kapitalist sistemin başarısızlığıdır. Ve korkarım ki Türkiye’de durum tam olarak nedir bilmiyorum ama duyduğum kadarıyla eğer ilericiyseniz, güneş panelleriniz, rüzgâr enerjiniz vs. varsa ve bunlara gerçekten yatırım yapmak istiyorsanız ve iklim değişikliğinin insanlık için en büyük tehdit olduğuna inanıyorsanız durum aşağı yukarı aynı. Dolayısıyla, eğer ilerici değilseniz, iklim önlemlerine karşı çıkmanız ve rüzgâr türbinlerine ve hatta tüm gezegene güç veren tek enerji kaynağı olan güneş enerjisine karşı çıkmanız gerekir. Gökyüzündeki bu büyük top aslında bize tüm ışığı ve ihtiyacımız olan tüm enerjiyi veriyor. Tüm çözümlerin orada olmasına rağmen insanlığın yarısının hatta bazı durumlarda yarısından fazlasının artık güneşin ışığını görmek istemediği bir siyasi sisteme sahip olmamız korkunç.

Ama artık kimsenin bu krizi inkâr edemeyeceği bir noktaya doğru gitmiyor muyuz? Eskiden iklim krizinden en çok etkilenen bölgelerde meydana gelen felaketler artık dünyanın neredeyse her yerinde yaşanıyor.

Ama bu hiçbir işe yaramıyor, öyle değil mi? Florida, Amerika’da sular altında kalacak ilk eyalet olacak ve bu eyalette en popüler cumhuriyetçi, neredeyse iklim inkârcısı olan aday, büyük bir oy farkıyla seçildi. Biz iklim aktivistleri için haklı çıkmaktan daha büyük bir kâbus yok. Her zaman keşke yanılsaydım diyorum! Keşke sebepsiz yere paniklediğimizi söyleyen tüm bu insanlar haklı olsaydı. Ama korkarım ki bu riski göze alamayız çünkü yanılanın onlar olduğu ortaya çıktığında bir şeyler yapmak için artık çok geç olacak.

Siyaset konusunda pek iyimser değilsin anladığım kadarıyla…

Birçok krizle birden karşı karşıyayız. İklim krizimiz var, çok benzer, belki daha büyük bir saatli bomba olan biyoçeşitlilik krizimiz var… Geldiğini göremediğimiz bir enerji krizimiz var, Çin ve Hindistan gibi güçlerin jeopolitik krizleri var ve şimdi bunların üzerine demokrasilerin parçalandığı (ya da Trump’laştığı) büyük temel krizler var. Tüm bunlar, gerçekten çok yıkıcı olacak bir ekonomik krizle sonuçlanıyor. Hızlı hareket eden borsa dünyasında dönen tüm paranın yüzde 90’ının bilgisayarlar tarafından kontrol edildiğini, bunların sadece duygularımıza tepki veren algoritmalar olduğunu fark etmiyoruz. Peki, daha kaç krize ihtiyacımız var?

Bir an için iyimser olmaya çalışıyorum: İklim krizi aslında bu kadar çok çözüm sunan tek kriz. Eğer istersek, gezegenimize ihtiyacımız olandan yüz kat daha fazla enerji sağlama potansiyelimiz var. Henüz denemediğimiz tüm bu yeni teknolojilere sahibiz ama petrol, gaz, kömür gibi eski teknolojiler bizi bu çözümlerden uzak tutuyor. Aslında eğer şimdi başlarsak, çok ilerleme kaydedebiliriz.

Bir güneş panelinin fiyatı 20 yıl gibi bir sürede yüzde 80 düştü. Yenilenebilir enerji şu anda dünyanın her yerinde en ucuz enerji kaynağı. Ve enerjinin hiç olmadığı kadar da ucuz… Ve insanların en çok ihtiyaç duyduğu güney bölgelere doğru da eşit olarak dağıtılabilen bir enerji türü. Böylece bu büyük dengesizliği gerçekten dengeleyebiliriz. Ve bunu yaparak sonunda o kadar çok enerji ve dolayısıyla para kazanabiliriz ki biyoçeşitlilik krizini ve diğer krizleri çözmeye başlayabiliriz. Bu yüzden iklim krizinin başlamamız gereken yer olduğundan eminim çünkü bunu bir savaş olarak görürsek çözmek için en az zamanımız ve en çok fırsatımız olan kriz bu.

BUNU DA OKU:  Interview with director Nic Balthazar: Duty of Care, the climate trials, banality of the catastrophic, climate activism and more

Her zaman söylerim, eğer Marslılar gezegenimizi ısıtıyor olsalardı ve gezegenimizi ısıtmaya devam edememeleri için onları gökyüzünden uzaklaştırmak diyelim ki 700 trilyon dolar gibi gülünç bir para gerektirseydi, bunu yapmamız üç saniye sürerdi. BM ”Tamam 700 milyar dolar bulalım,” derdi ve bunu yaparlardı. Uluslararası Enerji Ajansı, iklim krizini çözmek için ihtiyacımız olan şeyin küresel GSYİH’mızın sadece yüzde 2-3’ü olduğunu söylüyor. Korona’nın küresel GSYH’nin aşağı yukarı yüzde 14’ü olduğunu düşünün… Ukrayna’daki savaş… Oraya ne kadar milyar dolar harcandığını bile bilmiyoruz… En büyük krizimizi çözmek aslında tahmin ettiğimizden çok daha ucuza mâl olacak. Neden bunu yapmıyoruz? Çünkü fosil yakıt endüstrisinden milyarlarca, milyarlarca, milyarlarca dolar kazanan insanlar bizi bu çözümlerden uzak tutuyor. Peki, bu bir suç mu? Elbette, öyle görünüyor. Ama yine de, karar jürinin.

Peki, Extinction Rebellion ve Just Stop Oil gibi, iklim adaletini kitabına uygun olarak sağlamaya çalışmak yerine radikal eylemler gerçekleştiren gruplar hakkında ne düşünüyorsun?

İklim aktivistleri olarak herkesin bize sorduğu şey en çok neyin işe yaradığıdır. Çözüm büyük şirketlerde çalışan insanlar olabilir mi? Örneğin yeni hissedarlar şirketleri daha iklim dostu bir yaklaşıma doğru değiştirmeye mi çalışmalı? Medyayı kullanan, filmler yapan kişiler, iklim için şarkı söylemek gibi herkesin kolaylıkla katılabileceği etkinlikler mi düzenlemeli? Siyasi değişikliklere mi yoğunlaşılmalı? Ya da belki, bir boru hattını patlatmak gibi bir sabotaja mı başvurulmalı?

Şimdiye kadar herkes bize neyin işe yaramadığını söyledi. İklim için şarkı söylemek gibi… Bu yöntemin değişiklik yapmak için çok yumuşak olduğunu… Şimdi diğer genç aktivistler çok daha güçlü yöntemler kullanıyorlar. Şiddete başvurmadıkları sürece -ki bildiğim kadarıyla hiç başvurmadılar- ve hiçbir şeyi yıkmadıkları sürece -ki bildiğim kadarıyla tek bir tabloya bile dokunmadılar, sadece önlerindeki cam levhalara dokundular- öfkelerini ve hayal kırıklıklarını anlıyorum.

Medya böyledir işte. Yanımda kutup ayısı kostümü giymiş biriyle birlikte pek çok toplantı yaptım, hiçbir basın mensubu ilgi göstermedi. Ama şimdi insanları şaşırtmanın bence akıllıca yollarını buldular. Kendinizi çok pahalı tablolara yapıştırdığınızda insanların şok olmasını anlıyorum. Bu da bizi düşündürmesi gereken bir şey. İnsanlar “Bu tablonun ne kadar eşsiz ve yeri doldurulamaz olduğunu biliyor musunuz?” diyor ve bu gençler de “Tahrip ettiğiniz dünyanın ne kadar değerli ve yeri doldurulamaz olduğunu biliyor musunuz?” diye cevap veriyor. Sonuçta, bazı insanlar kendilerini bir tabloya yapıştırdıkları için hapisteler oysa gezegenimizi mahveden insanlar özel jetleriyle tatillere gidiyor ve milyonlarca dolar kazanıyorlar. İnsanlar bunun farkına varmaya başlamalı.

Bildiğim kadarıyla Özen Yükümlülüğü‘nün çekimleri sırasında hiç uçağa binmediniz ve karbon nötr bir prodüksiyon yapmaya çalıştınız. Bu konuda film endüstrisinin durumu nedir? Sence yapımcılar yakın gelecekte daha iklim dostu yöntemler kullanmaya başlayacaklar mı?

Film endüstrisi için de her endüstri gibi ne yaptığımıza bakmanın gerçekten önemli olduğunu düşünüyorum. Her ev ve her birey bunu yapmalı. Film çekerken ne kadar CO2 saldığımızı hesapladığımız ilk iklim nötr kurmaca film olan Time of My Life‘ı yaptığımız için gurur duymadığımı söyleyemem. Sonra da bir film setinin gerektirdiği tüm o plastik ve çöpü nasıl azaltabiliriz diye düşündük. Her oyuncuya ve setteki herkese plastik bardak yerine kahvelerini koymaları için birer kavanoz vererek plastik ve çöp atıklarımızı üçte iki oranında azaltmayı başardık.

Özen Yükümlülüğü için de Amerika’da, İngiltere’de, Pakistan’da ve dünyanın daha birçok yerinde tek bir uçağa bile binmeden röportajlar gerçekleştirdik. Dünyanın her yerinde çok iyi kameramanlar olduğunu söyleyebilirim ve Corona sayesinde şu anda seninle de yaptığımız gibi çevrimiçi bir röportaj yapmanın ihtiyacınız olan malzemeyi toplamak için mükemmel bir yol olduğunu gördük. Dolayısıyla, bu teknolojileri birleştirerek dünyanın her yerindeki uzmanlara uçmadan ulaşabildik. Brüksel’den o kadar da uzak olmayan Londra’ya bile gitmedik. Gezegenin dört bir yanına giderek çekilen birçok belgesel için şunu söyleyebilirim: Bu yol daha uygun maliyetli, daha az zaman alıcı ve gerçekten daha az enerji harcamaya yardımcı oluyor. Elbette bir iklim belgeseli çekiyorsanız şunu söyleyebilmelisiniz: Biz uçmadık, gerçekten de minimum CO2 için elimizden geleni yaptık. Bununla birlikte, insanlar Grönland buz tabakasının erimekte olduğu gerçeğini kayıt altına almak istediğinde, oraya bir uçakla gitmek zorunda kalacaklar ve bunun için de onları suçlamamamız gerektiğini düşünüyorum.

Fransız petrol devi Total için çalışan bir adamın şöyle dediğini duydum: ”Ah siz iklim aktivistleri! Bütün bu devasa orman yangınlarını gördünüz mü? Bu yangınları helikopterler söndürüyor! Biz olmasak bu helikopterler nasıl uçar sanıyorsunuz?” O anda çeneniz düşüyor ve ‘Bu kişiye ne söylemem gerekiyor? Bu insan gerçeklikten ne kadar uzak olabilir?’ diye düşünüyorsunuz. Bu yangınları onlar başlattı ve gerçekten hâlâ sorumluluk almıyorlar. Bu durumda, sanırım yargıçlar onları sorumlu tutmak zorunda kalacak.

Seninle konuşmak gerçekten çok keyifliydi Nic. Festivalde filmini izleyecek olanlara söylemek istediğin son bir şey var mı?

Evet. Festivale davet edildiğim için gerçekten inanılmaz derecede mutluyum ve bu filmi avukatlara, hukuk öğrencilerine ve bu mesajı görmek isteyen herkese ulaştırmak istiyorum. Hukuk kitaplarıyla bir şeyleri değiştirebileceğini keşfeden bir avukatımız var ve hepimiz, sadece enerji ve CO2 tüketimimi nasıl azaltabilirim diye düşünmenin yanında, bu değişimin işe yaraması için nasıl pozitif bir etki yaratabilirim diye de düşünmeliyiz. Filmi İstanbul dışında herhangi bir yerde göstermek isteyenler olursa info@dutyofcare.world adresinden bizimle iletişime geçebilirler, bu gerçekten harika olur!

Yeşilist bundan böyle okuyucularının desteğiyle ayakta kalacak.
Siz de Yeşilist’i beğeniyorsanız bize Patreon’dan destek olun.
Yeşilist Patreon Destek Ol


Deniz Aytekin

Boğaziçi Üniversitesi'nde felsefe okudu. Çevre, edebiyat ve felsefe alanlarında yazarlık, çevirmenlik ve editörlük yapıyor.

Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement Advertisement
Daha fazla Banner Right Side, Doğal Kaynaklar, Ekoloji, Geri Dönüşüm, Hayat, İklim Değişikliği, Sanat, Sanat ve Tasarım
Interview with director Nic Balthazar: Duty of Care, the climate trials, banality of the catastrophic, climate activism and more

Duty of Care, which will be screened as part of this year's Sustainable Living Film Festival, follows Roger Cox, a...

Kapat