İklim Değişikliği Raporu: Bildiklerinizi bir kere daha gözden geçirin
IPCC’nin açıkladığı üç ayaklı raporun Ankara toplantıları, Soma kömür madeninde yaşanan felaketin ardından enerji politikalarına dair özel bir vurgu ile gerçekleşti.
IPCC‘nin hazırladığı “İklim Değişikliği” raporunun küresel ölçekte ve Türkiye özelinde de etkilerinin paylaşıldığı/tartışıldığı Ankara toplantıları 15 Mayıs’ta gerçekleşti. I. Çalışma Grubu Raporu’nun değerlendirmesini iklim değişikliğinin bilimsel temelleri ekseninde Prof. Dr. Levent Kurnaz, II. Çalışma Grubu Raporu’nun değerlendirmesini etkiler, uyum ve kırılganlıklar ekseninde Doç Dr. Barış Karapınar ve III. Çalışma Grubu Raporu’nun değerlendirilmesi iklim değişikliğiyle mücadele ekseninde Mustafa Berke ve Gökşen Şahin tarafından gerçekleştirildi.
Bildiklerinizi bir daha gözden geçirin
Bilimsel temelleri anlatan Kurnaz, iklim değişikliği denince akla ilk gelenlerin üzerinden özellikle geçti. İklim değişikliğinin ‘küresel ısınma‘ olarak anılması ve insanların yeryüzünün yeterince ısınmadığını gerekçe göstererek bu değişikliğin önemini nasıl göz ardı ettiğini açıkladı. Söz konusu ısınmanın bugünden yarına bir sıcaklık artışı olmamasının önemli nedenleri var. Şu an hala okyanusu ısıtıyor olduğumuza dikkatleri çeken Kurnaz, onun ısıyı emme kapasitesindeki azalma ile birlikte atmosferi ciddi oranda ısıtmaya başlayacağımızı vurguladı. Asıl ısınma ile o zaman karşılaşacağız.
Atmosferdeki karbondioksidin artışının etkilerinin de hemen görülmesi mümkün değil. Zaman içinde ortaya çıkıyor ve bu durum mutlaka tarihsel süreci içerisinde değerlendirmesi gereken bir konu. Yeryüzündeki sıcaklık değişimlerine bakıldığında yine atmosferdeki karbon oranının oldukça yüksek olduğu dönemlerden bahsetmek mümkün. Ancak bu dönemler yeryüzünde pek çok canlının neslinin tükenmesi ile son bulan sürecin habercisi niteliğinde. Kurnaz, “Sizce dinozorlara ne oldu ve kömür nasıl oluştu?” dedikten sonra yaşanılan süreci tasvir ederek o dönemde havada yüksek miktarda bulunan karbondioksidin zaman içerisinde toprağın altında kömürleştiğine dikkatleri çekti. Yaşamın ancak yeniden böyle var olabildiğini biliyor olmamıza rağmen, doğanın yerin altına hapsettiği karbonu, yani kömürü, ısrarla yeryüzüne yeniden çıkarıp havaya karıştırarak gelecek nesillerin hayatını da nasıl bir felakete sürüklediğimizin farkında olmamız gerekiyor.
Bugün yaptığımız ya da yapmadığımız her şeyle aslında gelecek kuşakların yaşamını bugünden belirliyor ve onların yapabilirliklerini, çözümlerini aslında kilitliyoruz. İzlenilen politikaların olumsuz sonuçlarını kısa vadede görmeyecek oluşumuz, hangi açıdan bakıldığına göre değişen ‘verimlilik’ uğruna göz ardı ediliyor. Aslında bugünden yarını değil, belki de 100 yıl sonrasını belirleyebiliyor olmak nereden bakılırsa bakılsın korkunç bir sorumluluk! Geleceğe dair iyi-kötü hangi senaryoya bakılırsa bakılsın, bireylere çok fazla sorumluluk düşüyor. En önemli sorumluluk da ‘tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmek’. İnsanların gündelik tüketim alışkanlıklarını değiştirerek aslında ne kadar büyük bir değişimin parçası olacağına vurgu yapmak yerine, karbon salımını ‘azaltmaya’ yönelik çılgın projeler için kolların sıvandığından da bolca bahsedildi. Kentteki çöp alanlarına karbonu emecek organizmaların yerleştirilmesinden, okyanuslarda karbonu emme özelliğine sahip canlıların yapısında meydana gelen değişikliği dışarıdan müdahale ile durdurma yolunda yapılan ve başarısız olunan pek proje de dile getirildi. Böylece kritik olan vurgu bir kere daha görünür oldu: Bizim karbon salımını azaltmaya değil, havada var olan karbon miktarını da azaltmaya ihtiyacımız var.
Gıda savaşları kapıda mı?
Barış Karapınar, iklim değişikliğinin sonuçlarına bakıldığında aslında bu değişiklikten en az sorumlu olanların neredeyse en fazla etkilenecek gruplar olmalarının önemli bir sosyal adaletsizliğe işaret ettiğine dikkat çekti. Tarımdaki verimliliğin ne oranda düştüğü, sıcaklık artışları, yağışlar ve aşırı iklim olaylarından en fazla kırsal ve tarımsal alanlar etkileniyor. Kentlerde de bu durumdan en fazla etkilenenler kent yoksulları. Dünya genelinde kentli nüfusun kır nüfusunu geçtiği bir dönemde yaşıyoruz ve bu oldukça yeni bir şey. Bu, hem ‘neden’ hem de ‘sonuç’ skalasında yer alabilecek bir veri.
Tarım alanlarının bu süreçten zarar görmesi, gıda fiyatlarında ciddi bir artışın gerçekleşmesine yol açtı ve daha da artması bekleniyor. Ailelerin gelirlerinden gıda tüketimi için ayırdıkları pay büyüdükçe, farklı harcamalarından kesmek zorunda kalacaklar. Karapınar, gıdaya yapılan harcamadaki artışın barınma imkanlarında yoksunlukta tutun da eğitimin bir ‘masraf’ olduğu ailelerde çocukların eğitimlerinden olmalarına, kimi toplumlarda kadınların ve çocukların yetişkin erkeklere oranla daha az beslenebilir duruma gelmesine kadar geniş bir sonuçlar silsilesine yol açacağına dikkatleri çekti. Kırılganlıklara dikkat çeken Karapınar bu süreçten en çok kadınların ve çocukların zarar göreceğine özel bir vurgu yaptı.
Gıdaya erişimde meydana gelen bu değişikliğin, toplumsal hareketleri ne ölçüde etkileyebileceği de değinilen konular arasındaydı. Osmanlı’daki Celali İsyanları‘nın nedenini ‘iklim’ ile açıklayan Sam White‘ın yaklaşımından bahsedildi. White, “Osmanlı’da İsyan İklimi‘ çalışmasında Celali İsyanları’na yaşanan kuraklık sonucu tarımla ilgilenen kesimin gelirinde ciddi bir düşüş olduğu, buna rağmen vergilerde meydana gelen artışın isyana yol açtığından bahsediyor. Karapınar, Celali İsyanları’nın ‘tek nedeni’ olarak iklim değişikliğinin gösterilmesinin doğru olmayabileceğini söylerken, Suriye’ye dikkat çekti. Suriye’nin içinden geçtiği süreç hepimizin malumu. Bu sürece bir de ciddi kuraklığın eşlik etmesi bekleniyor. İşte bu kuraklığın etkisiyle insanların gıdaya erişiminde neyle karşı karşıya olacaklarını kestirmek mümkün olmasa da, söylenebilecek tek şey Suriye’yi daha zor günlerin beklediği.
Gelelim Türkiye’ye
Türkiye’nin karbon emisyonuna dair sunumlarda veriler paylaşılırken akla ilk gelen sorulardan biri şuydu: Bu konuda bizden çok daha kötü durumda olan ülkeler varken, bizim bu konunun üzerinde bu kadar durmamız imajımızı zedelemiyor mu?
Bu soruya verilecek yanıtın, aslında izlenecek politikalar açısından da oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan Gökşen Şahin’in vurgusuna mutlaka değinmek gerektiğine inanıyorum. İstatistiklerin bu haliyle Türkiye’de kişi başına düşen karbon salımı oranının pek çok ülkeyle kıyaslandığında düşük olduğuna dikkat çeken Şahin, bu istatistiklerin Türkiye’nin paylaştığı veriler ekseninde hazırlandığına dikkat çekti. Karbon salımı hesaplarının oldukça detaylı ve çok yönlü olduğu belirtilirken aslında verilerin paylaşımının ardından ortalama bir istatistiki bilgi oluşturulurken her defasında Türkiye’den ‘daha fazla’ veri paylaşımına yönelik taleplerin de olduğunu öğrenmiş olduk. Bu veriler de paylaşıldığında ancak gerçek karbon emisyon değerlerimizi öğrenmemiz mümkün olabilecek. Bu konuda Levent Kurnaz da diğer ülkelerin Türkiye’den ne beklediğine dair bir katkıda bulundu. Bizden beklenilenin herhangi bir taahhüt olmadığı, yalnızca küresel iklim değişikliğinin farkında olduğumuzu gösteren ve bu konuda planlarımız olduğunu belirten bir tutum içerisinde olmamızın dahi yeteceğini vurguladı. Şu an çizilen imajın bundan oldukça uzak ve muğlak olduğunu belirtti.
Türkiye’de neler yapılabileceğine dair Mustafa Berke’nin yaptığı sunumda özellikle enerji sektörünün üzerinde duruldu. Enerji, karbon emisyonu konusunda en ciddi hasarı yaratan sektör. Bu alanda yapılacak devrim niteliğinde değişikliklere ihtiyaç var ve bunlara bugünden yarına hemen başlamak gerekiyor. Ancak Berke’nin de vurguladığı gibi sektörel değişikliklerin etkili olabilmesi için bütüncül bir yaklaşımın/planın parçası olması gerekiyor. Aksi halde istenilen verimin alınması yazık ki mümkün değil.
Türkiye’nin 2023 projeksiyonlarına bakıldığında karşımıza hep daha fazla kömür kullanımı çıkıyor. Kömür kaynaklarının en verimli şekilde kullanılmasına yönelik politikaların izleneceği ve bu yönde de ciddi adımların atıldığı hepimizin bilgisi dahilinde. Toplantı süresince paylaşıldığı gibi, bu kömür karbon emisyonu açısından korkunç bir enerji kaynağı. Termik santrallerin dahi kömürle çalıştırıldığını düşünmek ise işin daha korkunç bir boyutu. Burada da aslında yine karşımıza bütüncül bir politika izlenmeden karbon emisyonuna ya da herhangi bir değişime dair söz söylemenin mümkün olamayacağı çıkıyor. ‘Doğal gaz’ın karşısına ‘kömür’ kaynaklarını bir politik/ekonomik güç kaynağı olarak koymayı planlayan merkezi yönetimin hamleleri konusunda ciddi bir değişiklik olması elzem.
Yenilenebilir enerji kaynaklarının iyi tanınması ve teşvik edilmesinin ne denli önemli olduğu bir kez daha vurgulandı. Bu konuda IPCC raporunun en önemli vurgusunun fayda maliyet analizi yaparken maddi açıdan ölçemediğimiz değerleri de mutlaka göz önünde bulundurmak gerektiği yönünde olduğunu belirtmeli. Yenilenebilir enerjiler üzerinde bu kadar duran sivil toplum kuruluşlarının neden HES’lere karşı çıktığına dair yapılan tartışmayı paylaşmayı önemsiyorum. Gökşen Şahin, Salarha Deresi‘nin üzerine kurulan HES’in deneme üretimine başlamasının ardından 2 saat içerisinde derenin kurumasını örnek göstererek enerjinin ‘yenilenebilirlik’ kısmının nasıl korunacağının önemini vurguladı. Bu oldukça kritik, zira izlenen politikalar ‘insan’ odaklı ve hal böyle olunca doğanın sürdürülebilirliğinin önemi kaybolabiliyor. Oysa varlığımızla doğa arasındaki sıkı ilişkiyi her defasında ön plana çıkarmak gerekiyor. Çevre Etki Değerlendirme raporlarında yer alan kriterlerde meydana gelecek değişiklikleri de bu yanıyla merakla beklediğimizi ekleyelim.
Toplantının gerçekleştiği Ankara’daki meşhur otobanın son halini de paylaşmadan geçmeyelim.